İçeriğe atla

Serdar Yıldırım Hikayeleri

Genel Sohbet
13 2 234
  • SIRTLAN ZOBO
    Sırtlan gruplarının dışladığı, aralarında barındırmadığı Zobo adındaki sırtlan bir şehrin çok yakınlarına gelmişti. Çayırın ortasında toparlak bir şey dikkatini çekti. Bu neydi? Zobo, onu kokladı. Burnuyla ittirdi. Yuvarlanıyordu. Biraz daha, biraz daha derken, o yuvarlandıkça, Zobo zevk aldıkça, oyun sürdü. Daha sonra oyunu bıraktı. Yorulmuştu. Çimenlere yattı. Uyuyakaldı.
    Zobo gürültüye uyandı. Tatlı tatlı gerindi. Anında gerinmeyi bırakıp büzüştü. Vitesi geri taktı. Geri geri gitti. Az sonra çalıların arasında görünmez oldu. Ama görüyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu dünyanın sahipleri yani insanlar, o yuvarlanan şeyin peşinden koşuyordu. Arada bir durup bağırışıyorlar sonra yine oyuna devam ediyorlardı. Tahta direklerin arasında biri o yanda, biri bu yanda, iki insan sabit bekliyordu. Eğer vuruş direklerin arasından geçerse gool diye bağırıyorlardı. Galiba bunlar iki ayrı takımdı ve maç yapıyorlardı. Bunları düşünürken toparlak şey yuvarlandı ve yanına geldi. Zobo fırladı, topu burnuyla ittirdi, ayaklarıyla vurdu, sahanın ortasına geldi. Zobo'yu görünce önce korkan insanlar, sonra alıştılar. Gol atınca onu alkışladılar. Koştu, koştu, insanlarla çoştu, başroldeydi ve kalıplaşmış bir takım fikirleri kırmak mümkündü.
    Sonra insanlar gittiler, Zobo yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde çok bekledi insanlar gelir diye ama kimse gelmedi. Güçlü çenesiyle ısırarak topu patlattı. Ses yüksek frekanslıydı, çok korktu. Hızla koşarak oradan uzaklaştı. Dağlara gitti. İnsan yapısı top patlıyor ve korkutuyordu. Demek ki, insan da patlar ve korkuturdu. Bunun üzerine bir daha insanlarla karşılaşmamaya söz verdi.

    SON


    PANTER
    Panterin biri, bir ovanın ortasına bakkal dükkanı açmış. Özellikle su, sulu gıdalar ve et satışları çok oluyormuş. Panter bire almış, ona satmış. Parasına para katmış, zengin olmuş. Ovada yaşayanların eğitim eksikliği panterin dikkatini çekmiş. Bakkal dükkanının karşısına ticaret okulu yaptırmış. Pek çok yavru hayvan bu okulda okumaya başlamış. Ticaret dersine panter girerek ders vermiş. Onlara ticaretin kurallarını, ticarette nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmiş.
    Bir yıl sonra okul ilk mezunlarını vermiş. Yavru ayı, yavru kurt, yavru tilki... şimdi kocaman olmuşlar. Mezun olur olmaz ovadaki tek ticarethane olan bakkala yönelmişler. Panter, suyu, eti kaça alıp kaça satıyor, araştırmışlar. Okulun masraflarını karşılamak için, karını giderek artıran ve bire alıp yirmiye satmaya başlayan panterden şikayetçi olmuşlar. Orman mahkemesi panteri suçlu bularak hapse atmış. Panterin ilk ziyaretçileri öğrencileri olmuş. Toplu halde gelen öğrenciler panterden özür dilemişler. Panter onları sessizce dinlemiş.
    Ertesi gün panteri odasına çağıran hapishane müdürü, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, deyince, panter, ne demezsin, demiş. Hem biraz fazla iyi yetiştirmişim. Ticaret gelişsin, bölge kalkınsın derken, bu gidişle ticaret yok olacak.
    Hapishane müdürü: " Yok canım, öğrencileriniz bakkalı işleteceklermiş. Ticaret neden yok olsun? "
    Panter: " Bakın ben sıfırdan zirveye çıktım. Sıkıntılar yaşadım, fırtınalara göğüs gerdim. Onlar hazıra kondular. Paraşütle zirveye çıktılar. Küçük bir esinti karşısında direnemezler. Zirvede tutunamazlar. "
    Aradan bir ay geçmemiş. İflas eden bakkal dükkanı kapısına kilit vurmuş. Okul zaten kapanmış, öğrenciler dağılmış. Kuraklığı yaşayan ovada bir damla suya hasret kalınmış. Ova mahkemesi davayı gözden geçirmiş ve panteri serbest bırakmış. Panter bakkal dükkanını yeniden açmış. Dükkan müşterilerle dolup taşmış. Panter kar marjını artırarak bire alıp elliye satmaya başlamış.
    Panter okulu da açmış. Yeni öğrencilerine ticaret dersi vermeye başlamış. Derslerinde girişimci olmanın yararlarını ve girişimcinin korunması gerektiğini vurgulamış. Bir daha panteri hiçbir öğrencisi şikayet etmemiş.

    SON


    ANNE KANGURU
    Bir kanguru varmış. Kesesinde yavrusunu taşırmış. Zamanla yavru büyümüş, keseye zor sığar olmuş. Ayrılık vakti gelmiş, çatmış.
    Anne kanguru: " Benim güzel yavrum, artık büyüdün, kocaman oldun. Ayrılacağız, sen yoluna ben yoluma. "
    Bunun üzerine yavru kanguru: " Anne, ne olur beni bırakma. Ben sensiz ne yaparım? "
    Anne kanguru: " Ama canım, ben senin kadarken çoktan yalnız kalmıştım. Canımı dişime taktım, zorlukları alt ettim, hayatın kötülüklerine göğüs gerdim. Savaştım ve kazandım. "
    " Anneciğim, canım benim. Ne olur, bir süre daha seninle kalayım. Gelişeyim, güçleneyim. O zaman hızlı koşarım. Dingolar, ( Avusturalya'da yaşayan bir köpek türü. ) beni yakalayamaz.
    " Güzeller güzeli, Esat'ım benim. Aman, ağzından rüzgar alsın. Seni dingolara teslim etmem. Gerekirse birkaç ay daha sana bakarım. "
    Ertesi gün yavrusuyla birlikte otlamakta olan anne kanguru ileriden gelmekte olan dingoları görmüş. Dingolar geliyor deyince yavru kanguru annesinin kesesine girmiş. Hızla kaçmaya başlayan anne kangurunun peşine dingolar takılmış. Giderek yaklaşmakta olan dingolardan kurtulamayacağını anlayan anne kanguru, yavrusuna şöyle demiş: " Esat, dingolar yaklaşıyor. Şu köşeyi dönünce ağaçların arasına seni bırakacağım. Yere yat, sessizce bekle. Ben peşimdekilerden kurtulunca seni almaya gelirim. "
    " Tamam oldu. "
    Biraz sonra hafifleyen anne kanguru dingolarla arasını giderek açmaya başlamış. Sonunda dingolar, anne kangurunun peşini bırakmışlar. Anne kanguru çok uzaklardan geniş bir yay çizerek yavrusunu bıraktığı yere sabaha karşı gelebilmiş. Aramış, taramış, çalı diplerine, ağaç kovuklarına bakmış, bağırmış, yavrusu yokmuş. Günler sonra yavrusunu bulmaktan ümidini kesmiş ve ağlayarak bölgeyi terk etmiş. Yavrusunu başka bölgelerde arayacakmış.
    Annesi Esat'ı bırakalı birkaç saat olmuştu ki, oradan geçmekte olan kanguruların kralı, Esat'ı görmüş ve yanına almış. Yavrusu olmayan kral, Esat'ı tahtının varisi olarak yetiştirecekmiş.
    Böylece aradan on yıl geçmiş. Yaşlanan kral tahtını Esat'a bırakmış. Esat, kral olmuş. Kanguruları doğruluk ve adalet ilkelerine bağlı kalarak yönetmeye başlamış. Kralın evlatlığı Esat'a tahtını bıraktığı haberini duyan anne kanguru çok heyecanlanmış. Yeni kral acaba onun yavrusu olabilir miymiş? Adı da yaşı da aynen tutuyormuş.
    Anne kanguru saraya gitmiş. Görevlilere durumu anlatmış. Görevliler, olanları krala söyleyince kral hızla koşarak saray kapısında yaşlı gözlerle bekleyen annesine sıkıca sarılmış.
    Esat uzun yıllar krallık yapmış. Annesini yanından ayırmamış. Bu zaman süresince kangurular çoğalmışlar. Dingolarla çetin bir uğraş içine girmişler ve onları yenmişler. Sayıları azalan dingolar, uzak diyarlara göç etmişler. Böylelikle kangurular dingo korkusu olmadan yaşamaya başlamışlar.

    SON


    LAMA VE PUMA
    Güney Amerika Kıtası'ndaki And Dağları'nda bir lama yaşıyormuş. Bu lamanın adı Heman'mış. Heman bazen sürüyle birlikte otlar, bazen yalnız gezermiş. Hayat güzelmiş, yaşamak güzelmiş, otlamak güzelmiş. Nereden gelmiş bilinmez bir puma ( Dağ aslanı ) ortaya çıkmış. Puma avlanmaya başlamış. Lamalar sağa sola kaçışmışlar ama puma her defasında bir lamayı yakalamış. Lamalarda bir korku, bir telaş; geceleri bile uyuyamaz olmuşlar. Bir pumanın karnı doyacak diye yüz lama can pazarında, doğru mu bu?
    Aradan yıllar geçmiş. Puma belası birkaç günde bir tepedeki mağarasından inerek lamaları avlamış. Son yedi yılda yedi yavrusu olan Heman'ın yavrularını puma almış. Heman, seneye yavrulamak istemiyormuş. Nasılsa puma kapacak diye öteki lamalara da yavru yapmamalarını söylemiş. Belki o zaman puma açlıktan ölürmüş.
    Günlerden bir gün Heman tepedeki mağaranın önünde oynaşan dört puma yavrusu görünce, bela bir iken yakında beş olacak. Bunlar bir büyürse vah bana, vahlar size, demiş arkadaşlarına. Yandık ki hem ne yandık, soyumuz kuruyacak, demiş arkadaşları.
    Bir yıl sonra avlanmaya başlayan beş puma kısa sürede lamaları kırıp geçirmiş. Geriye sadece Heman kalmış. Heman koşarak zirveye çıkmış. Ulu Kartal Kondor'a seslenmiş. Kondor gelmiş. Heman olanları anlatmış. Yardım dilemiş. Kondor, Heman'a acımış. Dileğini kabul etmiş. Sonraki günlerde pumaları birer birer avlamış. Heman oralardan çok uzaklara giderek başka bir lama sürüsüne katılmış. Aradan zaman geçmiş bir yavrusu olmuş. Pumasız ortamda yavrusunu büyütmüş. Birlikte kırlarda özgürce koşup oynamışlar.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

  • ZÜRAFA İLE KARINCA
    Zürafa ile karınca arkadaş olmuşlar. Zürafaların ses telleri yokmuş, konuşamazlarmış ama bu zürafa konuşuyormuş: " Sen ne diyorsun arkadaş? Dünyada insan nüfusu çok fazla. Yedi milyar kadar var. Orta ölçekli bir şehir nüfusu üç milyon. "
    Zürafa konuşmasını bitirince karınca başlamış anlatmaya: " Yedi milyar insan çok az. Dünyadaki karıncaların toplamı sekiz yüz milyardan fazla. Bir şehir üç milyon diyorsun. İçinde benim de yaşadığım orta boy bir karınca yuvası beş metre derinliğinde ve on iki metre eninde sekiz milyon karıncayı barındırıyor. Karıncalar dünyadaki karada yaşayan canlıların toplamından daha çoktur. "
    Zürafa: " Biz zürafalar ise, uzun boyluyuz ama sayımız azdır. Dünyadaki zürafaları toplasan yirmi bin etmez. Nedeni az ürememizden. Yavru zürafaların büyümesi yıllar alır. Aslanlardan başka düşmanımız yoktur. Mağaramız, evimiz yoktur. Tabi siz toprak altında yaşadığınız için türlü tehlikelerden uzaksınız. "
    Karınca: " Neden? Karıncaların hiç mi düşmanı yok sanıyorsun. Bir karıncayiyen yuvanın başına çöreklense birkaç yüz karınca yemeden gitmez. Uzun, ip gibi dili yapışkanlıdır ve her dilini ağzına çekişte pek çok karınca yakalar. "
    Zürafa: " Bak karınca, benim dilim de uzundur. "
    Zürafa yanındaki ağacın üst dallarında durmakta olan karıncaya dilini göstermiş. Zürafanın kırk santimetre boyundaki uzun dilini gören karınca hayretler içinde kalmış ve bir an boş bulunarak aşağı düşmüş. Karıncanın düşüşünü çaresizlik içinde seyreden zürafa birkaç adım geri gitmiş. Sağa sola bakınmış. Karınca ağacın alt dallarına, yapraklarına mı takıldı, yoksa yere, çimenlerin arasına mı düştü belli değilmiş. Üstüne basarım, karıncaya bir zarar veririm diye arayamamış. Zürafa daha sonra yürüyüp gitmiş.
    Birkaç gün sonra zürafa o ağacın yanından geçiyormuş. Bir ses duyunca başını çevirmiş, aynı karınca, aynı dalın üstünde duruyormuş. Seslenen oymuş.
    Karınca: " Zürafa, baksana buraya. Öyle geçip gidiyorsun. İki gündür buradayım. Ben yere düştükten sonra toparlanıp ayağa kalktım. Sen bakındın, beni göremedin, gittin. Ertesi gün bu dala çıktım. Seni bekledim. Her neyse sonunda geldin ya seni çok özlemiştim. "
    Zürafa: " Ben de seni çok özledim, karınca. Hayatta olman beni sevindirdi. "
    Karınca: " Bak zürafa, konuşmamıza devam ederiz ama bir daha dilini göstermek yok. Tamam mı? "
    Bunun üzerine zürafa: " Tamam, karınca kardeş, bir daha dilimi göstermem. " demiş ve gülüşmüşler.


    GERGEDAN, FİL, ZÜRAFA VE MAYMUN
    Fil, gergedan ve zürafa ile arkadaşmış ama gergedan ile zürafa arkadaş değilmiş. Filin zürafa ile konuştuğunu gören gergedan bunu önemsemezmiş. Zürafa fili gergedanla konuşurken görünce üzülür ve gergedanla arkadaşlığına bir son vermelisin, dermiş. Oralarda büyük bir yemiş ağacı varmış. Gergedan dallara ulaşamaz ağacın dibine düşen yemişlerle idare edermiş. Fil alt dallarda bulduğu yemişleri koparıp yermiş. Zürafa ise, orta seviyedeki dallardan kopardığı yemişleri yermiş. Esas olgun ve tatlı yemişler üst dallardaymış ama hiçbiri bu yemişlere ulaşamazmış.
    Günün birinde bir maymun yemiş ağacına çıkmış ve üst dallardaki yemişleri yemeye başlamış. Maymunu gören gergedan, fil ve zürafa öylece bakakalmışlar. Durumu farkeden maymun, yemişler bana da onlara da yeter deyip, topladığı yemişleri ikram etmiş. Maymunun yardımlaşma ve paylaşma isteğini gören gergedan ile zürafa maymundan utanmışlar. Önce file sonra da birbirlerine sıkıca sarılmışlar. Sonsuza kadar arkadaş kalacaklarına söz verip maymunu dördüncü olarak aralarına almışlar.


    ŞARKI SÖYLEYEN AYICIK
    Ayıcığın annesini avcılar vurmuş. Yalnız kalan ayıcık ormanda zor günler geçirmeye başlamış. Çok dertliymiş. Derdini şarkı söyleyerek hafifletmeye çalışmış. Şarkılarında annesinin vuruluşunu ve yalnız kalışını anlatmış. Ayıcık şarkı söylerken bülbüller, kanaryalar bile susarmış. Geçen günlerle birlikte orman hayvanlarından pek çok taraftar toplamış. Annesini vuran avcıları taraftarlarına yakalatmış. Onları korsanlardan kalmış demir parmaklıklı bir mağaraya hapsetmiş. Uzun yıllar mağaranın önünde nöbet beklemiş. Annesini geri getiremezmiş ama bu avcılar cezasını çekmeliymiş. Zamanla avcılar ölüp gitmiş. Ayıcık kocaman bir ayıymış artık ve iki yavrusu olmuş. Yavrularını büyütürken, avcıların acımasız olduğunu ve onlardan sakınmak gerektiğini bıkmadan anlatmış.
    Bizim ayının sonu annesinin sonu gibi avcıların elinden olmuş. İki yavrusuyla birlikte yaban armudu yemeye gidiyormuş ki, avcılar onu görmüş. Avcıların attığı kurşunlardan kurtulamamış ve son sözleri, yavrularım, ah yavrularım, olmuş. Yavruları yakalayan avcılar, onları ayıcılara satmış. Ayıcılar, yavruları altında ateş yanan kızgın saç üzerinde yürüterek eğitmeye başlamışlar. Onları sopayla döverek boyun eğdirmişler. İki yavru büyüdüklerinde burunlarında birer zincirli demir halka varmış. Zincirin ucu ayıcının elindeymiş. Ayıcı zinciri çektiğinde can acısından bağırırlar ve seyirciler de gülermiş.


    YEŞİL AYICIK
    Yeşil ayıcık uzaydan gelmiş. Dünya onun bilmediği bir yermiş. Uçan dairesini bir dağın yamaçlarına indirmiş. Bu dağ Uludağ'mış. Uludağ'da gezmiş, dolaşmış. Ağaçları, çiçekleri görmüş. Çimenlere uzanmış, yatmış. Şarkılar söylemiş. Çok mutluymuş. İyi ki, bu gezegene indim, diye düşünmüş. Burası ne güzel yermiş. Havası, suyu ve toprağıyla dört dörtlükmüş.
    Yeşil ayıcık daha sonra uçan dairesine binmiş. Bursa semalarında bir süre uçtuktan sonra, Marmara Denizi'ne doğru yönelmiş. Orada gemileri, kayıkları görmüş. Uzaklarda bir plaj varmış. Bu plajda insanlar denize giriyorlarmış. İyice alçalmış, insanlara selam vermiş, el sallamış. İnsanlar da ona selam vermişler, el sallamışlar. Denizin üstüne inecekmiş ki, bip bip sesini duymuş. Annesi arıyormuş. İnmekten vazgeçmiş ve hızla yükselerek geldiği gezegene doğru yola çıkmış.


    İPEK BÖCEKLERİ VE CEVDET
    İpek böceği dut yaprağı yiyerek büyür, gelişir. Daha sonra kozasını örer ve bu kozadan kelebek olarak çıkar. Onların bu özelliğini bilen on iki yaşındaki Cevdet ipek böceklerinden kendisi için, büyük bir koza örmelerini istedi. Kozanın içinde değişim geçirerek kelebek olacaktı. Yüce dağdaki sarp ve yalçın kayalıklardan kartal yumurtası bulup getirecekti. Kartal yumurtasının üstüne delik açarak, buraya sokup çıkaracağı öğretmen kalemleri öğrencilere 10, 20 yerine 30, 40 verecekti.
    Örneğin, matematik dersi sınavında öğrenci soruyu doğru yorumlamış, işlem de doğru ama sonucu yanlış bulmuş. Bu durumda öğretmen öğrencisinin bilgisini ve çabasını gözardı etmeyecek ve 10 puanlık soruya hiç olmazsa 5 puan verecekti. O sorudan 5 puan bu sorudan 3 puan derken, öğrenci 40 alırsa , bir diğer sınavda 50 - 60 alıp o dersten geçme şansını yakalar. Gayrete gelir çalışır. Ama 10 alan öğrenci, nasıl olsa bu dersten geçemem deyip o derse çalışmaz. Bu durum bilgi kaybına neden olur. Cevdet'ten bunları dinleyen ipek böcekleri birkaç saat içinde büyük bir koza ördü. Cevdet ertesi gün kozadan kelebek olarak çıktı ve yüce dağdan bir kartal yumurtası bulup getirdi. Daha sonra kartal yumurtasına batırdığı tükenmez kalemleri sınıf arkadaşı Ali'ye verdi ve kalemleri öğretmenler gününde okuldaki öğretmenlere armağan etmesini istedi. Kelebek Cevdet eğitimdeki büyük bir sorunu çözmüş olmanın verdiği keyifle bir daha dönmemek üzere gökyüzüne doğru kanat çırparak uçtu, gitti.


    SERDAR BEY+ÇİLEK=BÖBREKTE KUM
    Serdar Bey akşamüstü kırtasiye dükkanını kapamış, evine dönerken pazardan 1 kg. mis kokulu çilek aldı. Yolda birkaç kere çileklerden yemek istedi fakat etrafta insanlar olduğu için yiyemedi. Akşam yemeğinde çilek yedi sonra yattı, uyudu. Gece yarısı uyandı, sağ ayağı kasılıyordu. Sol tarafındaki böbreği ağrıyordu. Sabahı zor etti ve hastaneye gitti. Doktora gece olanları kısaca anlattı.
    Doktor: " Dün akşam çilek yedin mi? " diye sordu. Serdar Bey'in kafasına dank etti. Zalim çilek, diye düşündü. Demek sabaha kadar çektiğim acının sebebi çilekmiş: " Evet yedim, dedi. Ama bir daha yemem. "
    Doktor reçete yazdı. Ağrı kesici iğne verdi. İğne, Serdar Bey'in böbrek ağrısını ve sağ ayak kasılmalarını yok etti.
    Aradan 12 yıl geçti. Serdar Bey bu sürede çilek yemedi. Çileğin mis kokusuna aldanmadı. Onun üstünde mikroskobik kumların olduğunu hiçbir zaman unutmadı. Sağlığına önem veren herkesten kesinlikle çilekten uzak durmalarını istemeyi ihmal etmedi. Yılda 3-4 defa çilek yemedi diye bir şey kaybetmedi.

    SON



    BATAKLIKTA KURBAĞA ARAYAN LEYLEK
    Bataklıkta kurbağa arayan bir leylek varmış. Günlerini kurbağa aramakla geçirir ve yakaladığı kurbağayı yutarmış. Kurbağalar, bakmış olacak gibi değil, gün gelir bu leylek bizi de yutar ve bataklıkta kurbağa bırakmaz diyerek aralarında bir toplantı yapmışlar. Toplantıda bilge kurbağanın fikri öne çıkmış. Bataklığın derinliklerinde yaşayan zehirli kurbağaya rica edilecek ve leylek tarafından yutulması istenecekmiş. Leylek zehirli kurbağayı yutunca hayatı sona erecek ama diğer kurbağalar kurtulacakmış.
    Bilge kurbağa ve birkaç kurbağa giderek zehirli kurbağayı bulmuşlar ve olanları anlatmışlar. Eğer bu fedakarlığı yaparsa kurbağaların kendisini hiç unutmayacaklarını ve adını altın harflerle bataklıktaki ağaçlara yazacaklarını söylemişler.
    Bunun üzerine zehirli kurbağa: " Dediğinizi yapmazsam yıllar sonra beni kimse hatırlamaz mı? " diye sormuş.
    Bilge kurbağa: " Tabi hatırlamaz. Ancak kahramanlar hatırlanır. Dediğimizi yapmazsan unutulur gidersin. "
    Zehirli kurbağa: " Ben unutulmak istemiyorum. Kahraman olmak istiyorum. " demiş ve arka ayakları üstünde doğrulup göğsünü şişirmiş ve leyleğin yanına gitmiş. Leylek onu görmüş ve yakalayıp yutmuş. Böylelikle leyleğin de zehirli kurbağanın da hayatı son bulmuş. Bataklıktaki kurbağalar, zehirli kurbağanın adını altın harflerle ağaçlara yazmışlar. Aradan yıllar geçmesine karşın unutmamışlar. Adını hep Kahraman Kurbağa olarak hatırlamışlar.


    YAVRU AYI TOMBİK
    Ayının biri üçüz yavrulamış. Son doğan yavrunun adı Tombik'miş. Bir ay geçmiş, iki ay geçmiş Tombik'in boyu kardeşlerinin yarısı kadarmış. Anne ayı bakmış Tombik büyümeyecek yavrusunu terk etmiş. Tombik'i ormanda ağlarken gören bir geyik onu sahiplenmiş. Sütüyle beslemiş, annelik yapmış. Geçen yıllarla birlikte Tombik büyümüş, kocaman bir ayı olmuş. Bu arada geyik yaşlanmış ve eskisi gibi hızlı koşamaz olmuş.
    Bir gün geyik ayılara yakalanmış. Bu ayılar, Tombik'in annesi ve büyümüş olan iki kardeşiymiş. Geyik bağırmış, Tombik'ten yardım istemiş. Tombik hızla gelerek kendisini besleyip büyütmüş olan geyiği kurtarmış. Bunun üzerine anne ayı yıllar önce terk ettiği yavrusunu tanımış: " Tombik, sen misin yavrum? Ben senin annenim. Bak bunlar kardeşlerin. Geyiği bırak da kendimize ziyafet çekelim. "
    Tombik: " Evet, ben Tombik'im. Sen de beni yıllar önce terk eden annemsin. Beni bu geyik buldu. Sütüyle besledi, büyüttü. Bana iyi bakın, onu size yedirmem. "
    Anne ayı: " Benim güzel oğlum, ben seni terk etmedim, ormanda kaybettim. Sonra çok aradım ama bulamadım. "
    Tombik: " Çok mu aradın? Onun için defol git, gelme peşimizden diyordun. "
    Anne ayı: " Tombik, ben senin annenim, seni ben doğurdum. "
    Tombik: " Doğru, doğurdun ama beni bu geyik büyüttü. Doğuran mı, büyüten mi dersen, ben büyüten diyorum. "
    Anne ayı, Tombik'in geyiği bırakmayacağını anlamış ve iki yavrusuyla oradan uzaklaşmış. Tombik yaşlı geyiği kucağına alarak barınak olarak kullandıkları mağaraya götürmüş.


    KARTALLAR ÖRDEK OLMAZ
    Ördekler, daireler çizmişler, aralarında oyunlar oynarlarmış. Bu oyunların kendilerine yararı çok, başkalarına zararı yokmuş. Gün gelmiş bir ördek çıkmış, diğer ördekleri bir oyun oynamaya zorlamış. İlk anda taraftar toplamış ama pek çok ördek bir oyun oynamaya razı gelmemiş. Sonra kavga çıkmış. Tek tekçi ördek kararında diretmiş. Zamanla taraftarları çoğalmış. Kavgalarda galip gelen taraf olmuş. Ünü giderek yayılmış. Tek tekçi ördekten sonra pek çok ördek onun tahtına oturmuş ama bunlar tek tekçi ördeğin reklamını yapmışlar, onu övmüşler, göklere çıkarmışlar.
    Aradan yüzyıllar geçmiş. Bir gün ördekler bir kartalı yakalamışlar ve boyun eğdirmeye çalışmışlar. Ayaklarına pranga vurmuşlar. Kartal bir oyunun zararını, çok oyunun yararını bıkmadan ördeklere anlatmış, durmuş. Ördekler, kartalın fikirlerini alkışlıyorlarmış ama nedeni bilinmez bir şekilde bir oyun kuralına bağlı kalmışlar. Yıllar sonra ördekler, kartallar ördek olmaz diyerek gitmesi için, onun ayaklarındaki prangaları sökmüşler.


    KORKAK ASLAN
    Kral aslan çok korkakmış. Çevredeki ormanların kralları elçi göndererek savaş çıkaracaklarını söyleyip altın isterlermiş. Korkak kral da, aman, savaş çıkmasın, barış içinde yaşayalım, deyip istenen altınları gönderirmiş. Yapılan antlaşma bir yıl sürermiş. Süre sonunda bir elçi gelir ve yeniden anlaşmak için altın istermiş. İstenen altının dozu giderek artmış ve beş bin, on bin altını bulmuş. Hazinedeki altınlar giderek azalmış. Kral aslan vezirlerini toplamış ve soruna çözüm aramaya başlamış. Vezirlerin ortak görüşü, sorunu kurnaz tilkinin çözeceği şeklindeymiş. Kurnaz tilki saraya davet edilmiş, olanlar anlatılmış.
    Kurnaz tilki: " Sayın kralım, beni baş vezir yaparsanız sorunu kısa zamanda çözerim. " demiş.
    Kral aslan: " Yeter ki savaş çıkmasın, altınlar bitmesin de ne istersen yap. Kurnaz tilki şu andan itibaren baş vezirimsin. Tam yetkiyle işe başla. "
    Baş vezir tilki saraydan çıkıp gitmiş. Bir kaç saat sonra döndüğünde yanında uzun yeleli bir aslan varmış. Bu aslanı tahta oturtmuş ve gelirken verdiği talimatı aynen uygulamasını istemiş. Elçiler, salona alınmış ve onlar savaş tehdidiyle yüksek miktarda altın istemişler ama düblör aslan hepsine bağırıp çağırmış. Kalabalık bir ordu kurduğunu, savaş istediğini ve eğer canları tatlıysa hemen on biner altın getirmelerini ihtar etmiş: " Yoksa ordumla gelirim ve taş üstünde taş bırakmam. " demiş. Koşar adım salondan çıkan elçiler, birkaç gün sonra on biner altın vererek birer yıllık barış antlaşması imzalamışlar. Olanları gizlice yan odadan izlemekte olan korkak kralın neşesine diyecek yokmuş. Düblörünü yüksek bir maaş karşılığında işe almış ve uzun yıllar onun gölgesinde krallığını sürdürmüş.


    MAVİ YARASA
    Çok büyük bir mağarada milyonlarca yarasa yaşıyormuş. Bu yarasalar, gündüzleri mağara tavanına tutunarak uyurlar, hava karardıktan sonra, mağaradan çıkıp yiyecek ararlarmış. Doğada yiyecek bol, meyveler, yemişler, dala konmuş böcekler, havada uçuşan sinekler, kelebekler, arılar. Yarasalar, sabaha karşı, mağaralarına dönerlermiş. Bu böyle günlerce, aylarca, yüzyıllarca devam etmiş.
    Yarasalar, fikir üstüne fikir eklemeyi bilmezlermiş. Kendilerine yavruyken öğretilen fikirler varmış ve bunlara göre hareket etmeleri istenirmiş. Şu şöyle olmasa böyle olsa demek yasakmış. Şuradaki iki durum birbiriyle çelişiyor demek yasakmış. Yasaklara uyarlarmış çünkü özgün düşünme yetenekleri varmış ama kullanmamaları öğütlenirmiş. Pek çoğunun bu yetenekleri kullanılmadığı için körelmiş.
    Bir genç yarasa varmış ki, bambaşka duygular içindeymiş. Geçmişten gelen, bugünü karartan, geleceği yok etmeye hazırlanan eskimiş fikirlerden hoşlanmıyormuş. Zamanla taş eskiyormuş, neden fikirler eskimesinmiş. Yarasalar, genelde siyah renkli olurlar ama kahverengi, beyaz ve sarı renkli olanlar varmış. Genç yarasa mavi renkliymiş. Mavi yarasa bu özelliğiyle diğer yarasalardan ayrılıyormuş.
    Mavi yarasa aylar boyunca düşüncelerini diğer yarasalara anlatmış. Zamanla söyledikleri kabul görmeye başlamış. Mavi yarasa onların gündüzleri de mağaradan çıkmasını istiyormuş.
    Bir gün öğleye doğru milyonlarca yarasa mağaradan dışarı çıkmış. Ne demek yarasa sadece gece uçarmış. İşte gündüz de uçuyormuş. Yarasalar, o gün, mavi yarasanın önderliğinde güzel bir gün geçirmişler. Ortalık günlük güneşlik ve aydınlık, karanlıkta bir şey göreceğim diye gözlerini kısmak yokmuş, beynini büzmek yokmuş. Basmakalıp düşüncelerle donanıp mavi yarasayı üzmek yokmuş.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

  • KELOĞLAN DON KİŞOT'A KARŞI
    Bir varmış, iki varmış, üç varmış, beş varmış. Bir Keloğlan varmış. Canı çalışmak istemezmiş, bütün gün evde yan gelip yatarmış. Bir de Don Kişot varmış. Yel değirmenlerine savaş açmış. Nerede bir yel değirmeni görse hücum deyip saldırırmış. Don Kişot'un yolu bir gün Anadolu'ya düşmüş. Anadolu'da çok aramış ama yel değirmeni bulamamış. Köylülerle, kasabalılarla konuşmuş, hayallerini anlatmış. Herkes, ey Don Kişot, senin ilacın Keloğlan'dır. Keloğlan'ı bul, onunla konuş, bize anlattıklarını ona da anlat, sana yol gösterir, demişler. Don Kişot, kim bu Keloğlan, diye sormuş ama her kafadan bir ses çıkmış. Anlatmışlar da anlatmışlar, Keloğlan'ın tanımını yapmışlar. Bir zamanlar padişahın kızıyla evlenmiş, gün gelmiş, padişah olmuş. Kaf Dağı'nın ardından altın kılıcı bulup getirmiş. Cengiz Han'ın hazinesini bulmuş ve daha neler neler... Keloğlan'ın anası evde un eler. Un bitince oğlunu değirmene yollar.

    Bunun üzerine Keloğlan evde kalan yarım torba buğdayı almış ve değirmenin yolunu tutmuş. Değirmenin önünde köylüler, yanlarında buğday dolusu çuvallar, sıraya girmişler. Üç, dört çuvalla gelenler bile varmış. Keloğlan elindekini koltuğunun altına kıstırıp usulca sokulmuş ve en arkada durmuş. Sonrada torbasını sıraya sokmuş. Keloğlan'ın torbasını görenler sormuş: " Keloğlan o torbadaki buğday için, değirmen taşını döndürdüğüne değer mi? Dörtte birini değirmenci alır, sana bir avuç buğday kalır. Sen iyisi mi torbadaki buğdayı kuşlara at, selam ver bize git evde sırtüstü yat. "

    Keloğlan bu, laf altında kalır mı? Ne zeytinyağıdır o, karşısında şah olsa, padişah olsa üste çıkar: " Yok canım ağalar, bu torba akıncıdır, ordu arkadan gelir. Yirmi arabada iki yüz çuval buğday. Gelen buğdaylar buradakilerden on misli fazla. Siz çuvalınıza sahip çıkın gerisi kolay. " deyince köylüler, yutkunup önlerine dönmüşler.

    Aradan zaman geçmiş. Ön sıralardan Keloğlan'a bakıp konuşanlar, senin ordu neden gelmedi, diyenler çoğalmış. Ordu gelmemiş ama zırhlar giymiş at üstünde, mızrak el üstünde Don Kişot çıkagelmiş: " Ben Don Kişot. Bir Keloğlan varmış. Bir zamanlar padişahmış. Onu ararım. "
    Tanıyanlar Keloğlan'a bakmışlar, ona bir bakış fırlatmışlar. Bakışların bir gence yöneldiğini gören Don Kişot anında durumu kavramış. Günlerdir aradığı, taradığı ama asla saçlarını tarayamayacağı bir kel karşısındaymış. Ayrıca bu kel karşısında eğilip bükülmüyor, dimdik duruyor ve başındaki takkesini çıkarıp selam veriyormuş. Don Kişot olayı beyninin kıvrımlarında değerlendirmiş. " Bir zamanlar padişahmış, altın kılıcı varmış. Cengiz Han' ın hazinesini bulmuş. Benden korkacak değil ya. Selam vermesi onun şanındandır, selamına karşılık vermek benim asaletimdendir. Atımızdan inelim ve Keloğlan'ın kervanına binelim. Bakalım bu kervan beni ve Sanço'yu nereye götürecek? "
    Don Kişot at üstünde, yardımcısı Sanço Panza eşek üstünde yolculuk yaparlarmış. Sanço Panza aşırı gittiği zamanlarda efendisi Don Kişot'un beynine frekans ayarı yaparmış ama yaptığı ayar hiç bir zaman tutmazmış: " Efendim, bu Keloğlan dedikleri cin fikirli biri. Onun rüzgarına kapılmayın, Anadolu'da yolunuzu şaşırmayın. Keloğlan sizi suya götürür, su içirmeden geri getirir. "

    Bunun üzerine Don Kişot şöyle demiş: " Keloğlan'ın cin fikirli olması iyidir. Onun rüzgarına kapılayım da Anadolu'da yel değirmeni bulayım. Yel değirmenleriyle savaşayım, onları yeneyim. "
    " Aman efendim, yel değirmenlerine karşı savaştınız ama yenilen hep siz oldunuz. İnsanlar sizi dövdüler. Dayak yemekten bıkmadınız mı? "
    " Kes Sanço, palavrayı kes. Ben hiç yenilmedim, galip gelen taraf ben oldum. Kim beni dövmüş? İnsanların beni dövmesi mümkün değil. Benim savaşım yel değirmenlerine karşı ve bir gün onlara boyun eğdireceğim."
    Keloğlan, Don Kişot ile Sanço'nun arasına yumuşak iniş yapmış:
    " Beyzadem ve asilzadem Don Kişot.
    Anadolu'da yel değirmeni çoktur.
    Onlar size savaş açmışlardır.
    Burada bir an durmanız akla zarardır. "

    Keloğlan böyle söyleyince Don Kişot atını mahmuzlamış. Mızrağını ileri doğru uzatmış, hücum diye bağırmış ve ileri atılmış. Artık Don Kişot'u durdurmak kimsenin harcı değilmiş. Peşinden Sanço Panza: " Efendim, durun, isterseniz bana vurun ama Keloğlan'a inanmayın " diye bağırmış ama nafile. Don Kişot gitti, gider. Değirmene saldıran Don Kişot yere yuvarlanmış. Keloğlan ve Sanço Panza, Don Kişot'un yardımına koşmuşlar. Ona su içirmişler, biraz kendine getirmişler.
    Keloğlan: "Beyzadem, ben size şaka yapmıştım.
    Sözlerime önem vermeyin diye göz kırpmıştım.
    Önünüze çıkan ilk değirmene saldırdınız.
    Bunlar yel değirmeni değil su değirmeni.
    Yel değirmeni bulmak isterseniz
    Denizin karşı kıyısındaki Tekirdağ'a gitmelisiniz. "

    Keloğlan'ın dediklerini duyan Don Kişot atına atlamış. Mudanya'dan girmiş, Tekirdağ'dan çıkmış. Peşinden giden Sanço Panza, efendim, lütfen beni bekleyin, diye bağırarak bata çıka Tekirdağ'a ulaşmış. Tekirdağ'da ve pek çok şehirde, kasabada yel değirmeni arayan Don Kişot sonunda ülkesi İspanya'ya ulaşmış. Sanço Panza ile birlikte yel değirmenlerine karşı savaşını sürdürmüş. Keloğlan sonraki günlerde çevresindekilere: " Arkadaşlar, ben hayatımda Don Kişot kadar dolduruşa gelen birine rastlamadım. Adama, yürü, dedim, Marmara Denizi'ni at üstünde geçti. Ağzım açık arkasından bakakaldım. Atla desem uçurumdan atlardı, günahı onun boynuna. Bu adamdan ne köy olur, ne kasaba, aklı başından aşmış, gelmez artık hesaba.

    Boşuna değil, dünya çapında meşhur olmuş.
    En ücra köşelerde nam salmış.
    Şimdi bile adını bilmeyen yokmuş.
    Bin yıl sonra adı saygıyla anılırmış.

    Ey siz okurlarım bana ne dersiniz?
    Don Kişot dedin durdun, boş ver şimdi Don Kişot'u.
    Sen kendinden haber ver, bin yıl sonra neredesin?
    Don Kişot'tan önde misin, yoksa geride misin?

    Ben Don Kişot'tan önde hep ilerideyim.
    Adım Keloğlan, ne Ahmet ne Feride'yim.
    Masal kahramanlarının bulunduğu bir büyük serideyim.
    Adım önde yazılır, on bin yıl sonra bile birinciyim. "

    SON

  • DİŞ HEKİMİNİN AŞKI
    Hakan ile Arzu birbirini seven iki gençti. Lise sona gidiyorlardı. Arzu okulun en çalışkan öğrencisiydi. Diş hekimliği fakültesini kazanıp diş hekimi olmak istiyordu. Okulda yapılan deneme sınavında aldığı yüksek puanla bunu başarabilecek güçte olduğunu ispat etmişti. Hakan ise, orta sıralarda yer almıştı. Bırak diş hekimliği fakültesini, doğru-dürüst bir yeri kazanması zor gözüküyordu. Arzu'nun çabası ve fikir bakımından destek olması sonucu Hakan yoğun bir çalışma temposu içine girdi. Derslerine sıkı sıkıya sarıldı. Üniversite giriş sınavına iki ay gibi bir süre vardı ve bu süreyi iyi kullanırsa başarı ihtimali yüksek olurdu. Hakan da pekala diş hekimliği fakültesini kazanıp diş hekimi olabilirdi. İkisi de diş hekimi çıkıp evlenince büyükçe bir daire kiralayıp burasını hem ev hem de muayenehane olarak kullanabilirlerdi. Dairenin cadde tarafına asılacak levhaya Hakan- Arzu Kutlu ( Diş Hekimi ) yazılacaktı.

    Üniversite sınavları sonuçları açıklandığında Hakan sevinçliydi çünkü diş hekimliği fakültesini kazanmıştı. Arzu ise, üzgündü. Nasıl olmuştur bilinmez belki de aşırı heyecandan yanlış işaretlenen cevaplar, alınan düşük puan ve hemşirelik yüksek okulu. Arzu dört yıl sonra hemşire çıktı ve Balıkesir Devlet Hastanesi'nde çalışmaya başladı. Aradan bir yıl daha geçti ve Hakan diş hekimi oldu. Bursa Devlet Hastanesi'nde çalışmaya başladı ve Bursa'da bir daire kiraladı. Burası onun hem evi hem de muayenehanesi olacaktı. Bu zaman süresince Hakan ile Arzu her fırsatta bir arada oldular ve gezdiler, eğlendiler. Daha sonra Hakan bir tanıdığın yardımıyla Arzu'nun Bursa'ya naklini gerçekleştirdi ve ikisi aynı hastanede çalışmaya başladı. Daha sonra Hakan ile Arzu evlendiler. Bir gün aralarında konuşurken Hakan Arzu'ya şöyle dedi: " Arzu hatırlar mısın, üniversite sınavlarına hazırlanırken ikimiz de diş hekimi olup levhaya isimlerimizi yanyana yazdıracaktık. "

    Bunun üzerine Arzu: " Doğru, yazdıracaktık ama ben diş hekimliği fakültesini kazanamadım. Kazansaydım bugün hayalimiz gerçek olurdu. "
    " Hayaller gerçekleştirilmek için kurulur. Olmayacak bir şey değil. Hani diyorum önümüzdeki yıl üniversite sınavlarına hazırlansan, katılsan ve kazansan. Sen de diş hekimi olsan. Başarmaman için hiçbir sebep yok. Daha yirmi iki yaşındasın, yirmi yedi yaşında hekimsin. Ne dersin? "
    " Kazanabilir miyim dersin? Sınavı bir kazansam gerisi kolay. "
    " Kazanırsın. Unuttun mu, sen bir zamanlar okulun en çalışkan öğrencisiydin. "
    Arzu azmetti, çalıştı, sınavlara hazırlandı ve sonunda başardı. Diş hekimliği fakültesini kazanmıştı.
    Aradan beş yıl geçti ve Arzu diş hekimi oldu. Oturdukları dairenin cadde tarafına asılan yeni levhada Hakan- Arzu Kutlu ( Diş Hekimi ) yazıyordu.

    SON

  • SARI KIZ EMİNE
    Köy köy dolaşır saz çalar söylerdi
    Onun adına Sarı Kız derlerdi


    Ahmet adında yaşlı bir babası
    Vardı iki atı, bir arabası


    Gençti, güzel, mavi gözleri çapkın
    Yaş yirmi dört olmalı derdi barkın


    Saz çalarken can verir ömürlere
    Şurup gibi akardı gönüllere


    Dinleyenler mest olur ah çekerler
    Biçareler, mecnunlar of çekerler


    Sıra oynak türkülere gelince
    Tellere daha bir kıvrak vurunca


    Neşelenen, keyiflenen çok olur
    Gam dağılır, keder gider yok olur.


    Günlerden bir gün yolu ora düştü
    Aşkı tatmamış gönlü zora düştü


    Ani çarpıldı sevdi ferman olmaz
    Tozlu yollar derdine derman olmaz


    Sık sık gelir oldu Alpat Köyü’ne
    Saz biter inerdi dere boyuna


    Dalar gider gözleri uzaklara
    Bir bir selam verir hatıralara


    Bir gün sevdiği adamla tanıştı
    Birlikte gezerken ona alıştı


    Onu pek çok sevdiğini söyledi
    Ama sevdiği bundan hoşlanmadı


    Genç adam bu aşka kayıtsız kaldı
    Bana ne diyerek görmezden geldi


    Yıllar önce çok sevmiş evlenmişti
    Fakat sevdiğinden terk edilmişti


    Uzun zaman üzülmüş, dert çekmişti
    Bir daha mı diyerek and içmişti.


    Bir gün sevdiği adam köyden gitti
    Ondan ayrı kalmak acıya itti


    Dağ-taş aşkını ararken saz çalmış
    Görelim Sarı Kız neler söylemiş.


    Çağıl çağıl akan sular akmasın
    Bölük pörçük esen rüzgar esmesin
    Gökte kanat çırpan kuşlar uçmasın
    Eğer sevdiğime varamaz isem
    Onu kollarıma saramaz isem


    Dur-durak bilmeden Sarı Kız ağlar
    Kavuşmak tutkusu kalbini dağlar
    Yüceden akar su ovada çağlar
    İsterim ben de biraz mutlu olmak
    İsterim sevgiden payımı almak


    Sarı Kız haykırır sesi duy artık
    Al kalemi ele cevap yaz artık
    Onun senden gayrı nesi var artık
    Yaralı gönlümü al geri verme
    Sahip çık gözyaşıma geri verme.

    Aradan dört yıl geçti. Sarı Kız yaprak, çimen yedi, dereden, gölden su içti. Bir gün bir çoban tarafından uçurumun dibinde cansız yatarken bulundu.

    SON

  • BELEDİYE OTOBÜSÜ
    İlçenin tek belediye otobüsü törenle hizmete girdi. Caddenin iki yanına dizilmiş insanlar bir alkış tufanı kopardılar. Şoför Hasan direksiyon başında gururla oturuyor, bu nefis arabanın ilk kullanıcısı olma şerefine kavuşuyordu. On yıllık şofördü ama yapılan sınavda birinci olmasa şimdi direksiyon sallayamazdı. Daha dört saat şoförlük koltuğuna kurulacaktı. Ondan sonra görevi Bekir devralacaktı. Bekir de usta bir şofördü çünkü sınava katılan on iki şoför arasında ikinci olmuştu. Otobüsü ikindi üstü Tahsin teslim alıp, akşam sekizde belediye garajına çekecekti. Bugün binmek bedava olduğu için, belediye otobüsü doluydu. Duraklar ise, ana-baba günüydü. Önceki duraktan gelenler inecek, bu duraktakiler binecekti yani bayağı eğlenceli bir iş. Bedava belediye otobüsüne kim binmez ki?

    Ertesi gün duraklarda in-cin top oynuyordu. Pek çok seferde otobüsün içinde şoförden başka kimse görünmüyordu. Garajda bilet kutusunu açan görevli, on tane bilet saydı. Demek ki koca gün on kişi otobüse binmişti. Sonraki günlerde üçe-beşe düşen müşteri sayısı bir hafta sonra hiçe düştü. Artık kimsecikler belediye otobüsüne binmiyordu.

    Kimseciklerin belediye otobüsüne binmeme durumu aylarca devam etti. Belediye zarar ediyordu ama buna aldıran yoktu. Belediyenin ilçede pek çok dükkanı vardı. Mazota zam geldi mi, kiraları arttırıyordu. Masraf mı arttı yüklen esnafa. Esnafın canı sanki patlıcandı. Esnaf da zam yaptı malına, bu sefer müşterisi azaldı. Sonunda kirayı ödeyemeyen esnafı belediye mahkemeye verdi.

    Esnaf mahkemelerde ne zamandır perişandı. Onların aileleri vardı, çocukları vardı. Hepsine yazık oluyordu. Belediye otobüsü bir gece yarısı garajın kapısını açtı. Usul usul sokaklarda ilerlemeye başladı. Özellikle geceleri uyku tutmuyordu. Durumu fark ediyor, üzülüyor, sessizce ağlıyordu. Biliyordu hiç suçu yoktu ama nedense kendini suçluymuş gibi hissetmesine engel olamıyordu. O, adam, kadın, çocuk insanları çok seviyordu. Bir yüreği vardı ve yüreği insan sevgisiyle doluydu.

    Belediye otobüsü ilçe dışına çıktı. Asfalt yol uzayıp gidiyordu. Kendince bir türkü tutturdu. Biraz sonra türkünün derdine derman olmadığını fark etti. Türkü söylemeyi bırakıp olanları düşünmeye başladı. Ne gereği vardı bunca sıkıntının? Şu insanlar sıkıntıları başlarına bela etmekte ustaydılar. Belediye başkanı olayları başlatan ve başkan seçilsin diye kendisine oy veren insanlara karşı acımasız davranandı. Başkan gider, dertler biterdi. Bir süre bunları düşünen belediye otobüsü geri döndü.

    O, sabahleyin evinden çıkıp yolun karşısına park edilmiş makam arabasına binmek için, karşıdan karşıya geçmekte olan belediye başkanının üstüne gidip iki metre karşısında durdu: " İnsanlara çektirdiklerin yeter. Görevinden istifa et, bu iş bitsin. "
    " Benim gitmemle sorunlar çözülecekse istifa ederim. "
    " Sorunlar çözülür, sen yeter ki çekil. "

    Yeni belediye başkanı esnafı mahkemelerden kurtardı. Dükkan kiralarını eski durumuna getirdi. Belediye otobüsü ise, yakalanıp rutubetli bir garaja kapatıldı. Çürümeye terk edildi. Aylar sonra belediye otobüsü oradan kurtuldu ve özgürlüğüne kavuştu.

    SON

  • KATİL SAKIZ
    On beş yaşındaki iki kız arkadaş Gizem ile Çağla evin balkonunda oturmuş, konuşuyorlardı. Aniden bir güvercin geldi ve bahçedeki ağaçlardan birine kondu. Güvercini gören Çağla çiğnemekte olduğu sakızı ağzından çıkardı: " Bak Gizem, şu sakızı güvercine atacağım. Güvercin sakızı görmezse iyi ama görür de yerse dünyası değişir. "
    " Dünyası mı değişir? O zaman atma sakızı. Güvercine yazık. "
    " Hayır atacağım. İşte attım. "
    Çağla'nın attığı sakızı güvercin gördü ve kanatlarını çırparak, sakıza doğru uçtu. Bunun üzerine Gizem heyecanla bağırdı: " Dur güvercin, yeme o sakızı. Senin sonun olabilir. "
    Güvercin sakızı yuttu ama sakız boğazına yapıştı. Soluk alamayan güvercin sırtüstü düştü ve öylece kaldı. Gizem oturduğu yerden ayağa fırladı: " Yaptığını beğendin mi Çağla, güvercini öldürdün? "
    Bunun üzerine Çağla: " Eee sana da yaranılmıyor. Al güvercini başına çal. Bir güvercine beni değişiyorsun. "
    " Evet değişiyorum. Çağla adında bir arkadaşım yok bundan sonra. "
    Çağla: " Ne halin varsa gör. " dedikten sonra hızlı adımlarla Gizemlerin evini terketti.

    Gizem daha sonra bahçeye indi. Güvercini aldı, baktı, onun minicik kalbi atmıyordu. Çok üzüldü, biraz ağladı. Sonra vücudunu dikleştirdi, göğsünü gerdi. Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi ve kararlı adımlarla ileri doğru yürüdü. Hikaye yazarı Serdar Yıldırım'a gidecek ve olanları anlatıp insanların çiğnedikleri sakızı yola, bahçeye atmamalarını anlatan bir hikaye yazmasını isteyecekti.

    Serdar Yıldırım Gizem'in isteğini olumlu karşıladı. Birkaç gün içinde hikayeyi yazıp Facebook'a çıkarırım, okursun, dedi ve şöyle devam etti: " İnsanlar, bilinçli olsunlar ve sakızlarını yola, bahçeye atmasınlar. Sakızı ekmek parçası sanan kuşlar bu sakızları yemeye kalkışınca olan oluyor. Ya sakız gagalarına yapışıyor, kuşlar açlıktan ve susuzluktan ölüyor ya da yutunca soluk boruları tıkanıyor ve nefes alamayan kuşlar yine ölüyor. Sakız çiğne çöpe at, sakın yola, bahçeye atma. Bu da sloganımız olsun. Gizem senin başlattığın bu kampanyanın gönüllüsü oldum. Birkaç ay içinde pek çok site ve forumda hikayenin okunmasını sağlarım. Böylelikle bir yıl içinde binlerce kişi konu hakkında bilgi sahibi olur. "

    Serdar Yıldırım'ın söyledikleri karşısında Gizem derin bir oh çekti. En azından başka güvercinler, kuşlar ölmez diye düşündü. Daha sonra güvercini bahçenin bir köşesine gömdü. Hatırasını hiç bir zaman unutmayacağına söz verdi.

    SON

  • mantıklı aslında

  • HOROZ KAHRAMAN İLE VAHŞİ KEDİLER
    Anne tavuk akşamüstü civcivlerini topluyordu: " Gelin bakalım, gelin, civcivlerim benim. Koşun yanıma, gelin, toplanın şöyle. Aaa... Ama siz dört tanesiniz, beş tane olmanız lazımdı. Biriniz eksik. Kardeşiniz nerede, gören olmadı mı? "
    " Ben görmedim. "
    " Ben görmedim. "
    " Ben de görmedim. "
    " Ben gördüm. "
    " Sen gördün mü? Nerede gördün, çabuk söyle? "
    " Bir saat kadar önceydi. Kardeşim ilerideki şu ağacın altında eşiniyordu. Sonra yanına bir kedi geldi. Kediyle kardeşim bir süre konuştular. Daha sonra kedi, kardeşimi sırtına bindirip götürdü. "
    " Vah, vah!..Yazık oldu. Gitti kardeşiniz, gitti yavrum"
    Civcivlerden biri sordu: "Gitti mi? Kardeşim nereye gitti? "
    " Ah yavrum, kardeşiniz artık dönmeyecek"
    " Neden? "
    " Çünkü kedi onu yer. "
    " Yer mi? "
    " Evet, yer. "
    " Peki, ama niçin yesin? "
    " Karnını doyurmak için. Kardeşiniz kediye göre taze bir av. "
    " Kardeşim kurtarılamaz mı? "
    " Belki. Tabi kedi kardeşini yemediyse. "
    " Yememiş olamaz mı? Bakarsın kedinin pençesinden kurtulmuştur. Kaçmıştır. Şimdi sokaklarda tek başına dolaşıyordur. Yardım bekliyordur. "
    " Çabuk civcivlerim gidiyoruz. "
    " Nereye? "
    " Kardeşini aramaya. "

    Civciv, yememiş olamaz mı, demişti. Zaten kedi civcivi yemek için değil, bir düşüncesini gerçekleştirmek için götürmüştü. Kedi düşüncesini açıklamış ve civcive gelir misin demişti. Civciv korkusuzdu. Gelirim demişti. Kedinin düşüncesi neydi?

    Bir civciv kediler arasında yaşar ve onlarla arkadaş olursa kedilerin civcivlere karşı olan düşmanlığı ortadan kalkar ve hiçbir kedi civciv yemez. Bu civciv öylesine güçlü bir iradeye sahip olmalıydı ki, pek çok kedinin diş bilemesine, üstüne gelmesine, hakaretlerine aldırmamalıydı. Ölümden korkmamalıydı. Bin kedi üstüne gelse, geri değil, ileri gitmeliydi. Kedi aylar süren araştırmadan sonra işte bu civcivi seçmişti. Seçim nasıl olmuştu: Kedi şehirde mahalleleri, sokakları gezmiş; tarlaları, bahçeleri didik didik aramış, fakat korkmayan bir civcive rastlayamamıştı. Kuyruğunu gösterdiği civciv kaçıyordu. Artık umudunu kesmişti. Bütün civcivler korkakmış diyordu. Bir gün evin birinin bahçesine girmişti. Ağacın yanı gölgelikti. Kıvrılıp yattı. Tam uyumak üzereydi ki, bir tavuk sesiyle irkildi. Tavuk; Kahraman diye sesleniyordu. Kahraman, buraya gel. Kedi kafasını uzatıp baktı. Tavuğun Kahraman dediği bir lokmacık civcivdi. Kedi gülümsedi. Hey gidi yalan dünya, diyerek sağ ön ayağını soluna doğru savurdu. Tavuk başka ad bulamamıştı da yavrusuna Kahraman adını koymuştu. Her yanı Kahraman olsa ne yazardı. En iyisi uyumak ve bu olayı unutmaktı.

    Kedi uyudu ama ne kadar uyuduğunu hatırlamıyordu. Uyandığında gözleri kapalıydı. Tam olarak kendine gelmemişti. Hemen yanında çıtırtı, tıkırtı duydu. Önce bir gözünü sonra diğer gözünü açtı. Hayret!.. Burnunun dibinde bir civciv eşiniyordu. Gözlerine inanamadı. Kediliği tuttu, bu civcivi yemek istedi. Hızla dört ayağı üstünde doğrulup, sırtını kamburlaştırdı. Ustura gibi keskin dişlerini gösterip, tıslayacak ve civcivi tutacaktı. Kedi dişlerini gösterdi fakat tıslayamadı. Sadece yutkunabildi. Civcivin gözleri şimşek parçasıydı: " Ne o, rahatın mı bozuldu? Diye sordu civciv. "

    Kedi hırslıydı: Civcivin sorduğu soruyu duymamış gibi davrandı: " Ben civciv yemeye bayılırım. Pek severim civciv etini " diyerek dişlerini gıcırdattı. An meselesiydi civcivin üstüne atılması.
    " Dikkat et, ben diğer civcivlere benzemem. Bayılırsan ayılamazsın. Hem beni yemen için, tutman gerek. Haydi, tutsana beni. "
    Kedi, yan dönerek savaş pozisyonu alan ve canını dişine takarak kendini savunacak olan civcive bakarak hayretten donakaldı. Farkında olmadan birkaç adım geriledi. Korkmamıştı da çekinmişti civcivden. Daha sonra kedi geriye dönerek oradan uzaklaştı.

    Ertesi gün kedinin kafasına dank etti. O civciv yüzde doksan dokuz Kahraman'dı. Kedi bir plan dâhilinde Kahraman'la dostluk kurmayı denedi ve başarılı oldu da. Onunla konuşurken nasıl davranması gerekiyorsa öyle davrandı. Dolana, yalana başvurmadı ve ilk fırsatta düşüncesini açıkladı. Kahraman hemen, gelirim, demişti.

    Bunun üzerine kedi: " Bak Kahraman, iş ciddi. Ucunda ölüm de var. Bir değil, on kedi, yirmi kedi üstüne gelir. Üç-beş değil ki, vurasın, kırasın. Ben seni vuruşurken görmedim ama ilk tanıştığımız gün hatırlarsın neredeyse üstüne atılacaktım. Sen beni sözle sindirdin. İnan çekindim senden fakat sözlerinden çekindim yoksa beni korkutmadın. Şunu bil ki, senin sözlerinden çekinmeyecek, benden çok daha sert ve çok daha acımasız kediler var ve ben bunların adını duyunca titrerim. Senin buralarda gördüklerin şehir kedileri yani sokak kedileri. Benim anlatmak istediğim ormandan ve dağlardan gelen, çoğunlukla gece yarısından sonra şehirlere inen vahşi kediler. Bir sokak kedisi hiçbir zaman bir vahşi kediyle başa çıkamaz ve ben bir vahşi kedinin kendinden çok daha büyük iki köpekle mücadele ederek onları kaçırttığını gördüm. Vahşi kediler çoğunlukla yalnız gezerler ve geceleri şehirlerde sokak kedilerini yakalayıp öldürürler. Vahşi kediler sokak kedilerinin atalarının eski zamanlarda aralarından ayrılarak insanlara köle olmalarını içlerine sindiremediler. Bunları ön bilgi olsun diye anlattım. Şimdilik gündüzleri çalışacağız. Vahşi kedilerle karşılaşmayacaksın. Bakalım sokak kedilerine karşı ne yapacaksın? "

    " Şu vahşi kedileri çok merak ettim. Sokak kedileriyle antrenman yapacağız desene. "
    " Öyle. Vahşi kedilerle maça çıkarsın ama sen sokak kedileriyle de maç oluyormuş gibi sıkı dur. Onları küçümseme. "
    " Onları küçümsemediğimi göreceksin. Sen hiç merak etme, kedi kardeş. Söylediklerini unutmayacağım. "

    Aradan üç gün geçmiş fakat anne tavuk ve civcivleri, Kahraman'ı bulamamıştı. Sabah erkenden çıkıp gün boyu Kahraman'ı arıyor, akşamüstü kümese dönüp, ertesi gün yine aramaya başlıyordu. Üçüncü günün akşamüstü kümese dönerken, anne tavuk: " Yer yarıldı da içine girdi sanki. Ara ara yok! Nereye gider bu civciv? Horoza sor, tavuğa sor, kurbağaya sor, kuşa sor. Kimsenin, Kahraman'dan haberi yok. Kedi onu yedi desen, gören, duyan, bilen olur. Son günlerde hiçbir kedi civciv yememiş. Demek ki, Kahraman yaşıyor, ama nerede? Neden onu bulamadık? Kediden kurtulduysa neden kümese dönmüyor? "

    Civcivlerden biri atıldı: " Anne, sakın Kahraman, kediyi yemiş olmasın? "
    Anne tavuk civcivin sözünü duymazdan geldi. Zaten canı burnundaydı, bir de böyle şaka-şukalarla mı uğraşacaktı? "

    Bir diğer civciv: " Kahraman belki kanatlanıp uçmuştur. Başka şehre gidip bizi unutmuştur. Olamaz mı yani? "
    Deyince, anne tavuk hemen o anda kararını verdi. Kahraman'ı aramaya yalnız başına çıkacaktı.

    Aradan iki ay daha geçti. Tavuk bu sürede Kahraman'ı aramaya devam etti. Diğer dört yavrusu kocaman birer piliç olmuştu ama tavuk, Kahraman'ı bir civciv olarak bulmayı umuyordu.

    Aradan iki ay geçti diye yazdım. Acaba Kahraman hala sağ mı, yaşıyor mu?
    Şehirdeki kediler, bir kedinin civcivle arkadaşlığını yadırgamışlardı. Bu durum onlara ters gelmişti. Kedi, neden o civcivi yemiyordu? Aradan sıyrılan birkaç sokak kedisi, civcivi yemek için, girişim yapmış ve civcivin üstüne gitmişti ancak kedi önlerine çıkmıştı. Bu kedi Kahraman'ı bu işe sokan kediydi. O da kendi çapında bir tür efeydi. Korku bir zamanlar ondan korkardı yani korkusuzdu. Demir gibi bileği, çelik gibi yüreği vardı. Birkaç yıl öncesine kadar şehrin kedilerinin başkanıydı. Adaletle hükmediyordu. Anneleri geceleri vahşi kediler tarafından öldürülen yavru kedileri himayesine alırdı. Aç kalmış, açıkta kalmış sokak kedilerine kendi yiyeceğini verdiği, hasta kedileri tedavi ettiği çok görülmüştü. Vahşi kedilerin bir leopar kadar iri başkanını bir gece aniden karşısında görünce olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Vahşi kedilerin başkanı Nara, senin derini yüzerim. Defol git bu şehirden... Deyip, onu bir pençe vuruşuyla yere sermişti.

    Şehir kedileri başkansız kalmıştı. Kedi terk edilmiş, eski evlerde uykusuz geceler geçiriyordu. Onun beyninin derinliklerinde o zamanlar kendisinin bile fark edemediği gerçek şuydu: Vahşi kedilerin başkanı Nara'yı perişan etmek yani intikam. İntikamını almasına günden güne büyüyüp güçlenen Kahraman yardımcı olacaktı. Kahraman akıl almaz derecede güçlü bir iradeye sahipti. Laf kavgasında kesinlikle yenilmiyordu. Çok sert konuşuyor, karşısındakini eziyordu. Kızdığı zaman gözleri kıpkırmızı oluyordu. Kedi bunun nedenini bir türlü anlayamıyordu. Sormak aklına geliyordu ama sorsa Kahraman söyler miydi bilinmezdi. Kedi, Kahraman'ı vahşi kedilerin karşısına çıkarmadan önce iki kere şehir kedileriyle baş başa bıraktı ve onun kedilerle vuruşmasını seyretti. Birincisinde, kabadayı geçinen bir kedinin saldırısını Kahraman kolaylıkla savuşturdu ve sol kanadıyla bir vuruşta yere serdi. İkincisinde, Kahraman üç güçlü kediyle kavgaya tutuştu ve onları da sol kanat vuruşlarıyla yere serdi. Kediye göre, Kahraman hazırdı ve vahşi kedilerin karşısına çıkabilirdi.

    Haziran ayının sıcak gecelerinden birinde kedi, Kahraman 'la şehirde gezintiye çıkmıştı. Kahraman'da Kahraman'dı hani: O, geçen zamanla birlikte büyümüş, iri-yarı, dev gibi bir horoz olmuştu. Uzaklardan, kenar mahalleden miyavlamalar, feryatlar duyulmaya başladı. Tecrübeli kedi durumu tüm acılığıyla anladı: " Fırla Kahraman, vahşi kediler katliam yapıyor. İleride yavru kedilerin barındığı eski bir ev vardı. Hepsini öldürüyorlar. Onları ancak sen kurtarabilirsin. "
    Kahraman ileri atılırken konuştu: " Ne biçim vahşi kediymiş bunlar ya. Ne istiyorlar yavru kedilerden? "
    Kedi koşuda Kahraman'dan geri kalmıyordu. Bir o, bir öteki öne geçiyordu: " Onlar zevk için öldürürler. "
    Önce Kahraman eski eve daldı. Sesi gürdü Kahraman'ın, bağırınca yer-gök inledi: " Bırakın yavru kedileri. Gücünüz yetiyorsa bana çıkın. "

    Gözlerini kan bürümüş yedi zalim vahşi kedinin başları Kahraman'dan yana döndü. Vahşi kediler, hiç vakit kaybetmeden kafaları koparılmış, parçalanmış yavru kedileri bırakarak Kahraman'ın üstüne atıldı. Kahraman, iki adım geri gitti. Bundan dolayı vahşi kediler yere yuvarlandılar. Karışıklıktan yaralanan Kahraman hücuma geçti. Güçlü kanatlarıyla vurarak, vahşi kedileri perişan etti. Vahşi kediler kaçarak canlarını kurtardılar.

    Kahraman'la kedi sokağa çıkarak yürümeye başladılar. Kedi, Kahraman'a, vahşi kedilerin ormana gidince olanları başkan Nara'ya anlatacaklarını ve Nara'nın birkaç gün içinde şehre geleceğini, ayrıca aylar önce Nara'nın, aniden önüne çıkarak bir vuruşta kendisini yere serdiğini, intikamını almasını söyledi.

    Kahraman: " Gelsin bakalım Nara, kim en büyük belli olsun. Sana söz kedi kardeş, Nara benimle görüştükten sonra bu şehre bir daha adım atmaz. "
    Kedi: " Kahraman, çok dikkatli olman gerekir. Nara'yı kedi sanma, onu bir leopar olarak düşün, zaten leopar kadar. Aniden önüne çıkıp sana vurmaya çalışacaktır. Tetikte ol. "

    Bir gece yarısı Kahraman, kediyle birlikte, karanlık sokaklarda dolaşıyordu. Evin birinin yanından dönerken, Nara karşılarına çıkıverdi. Arkasında yüzlerce vahşi kedi vardı. Kahraman, Nara'nın savurduğu pençeden eğilerek zorlukla kurtuldu. Onunla yakın dövüşe girmenin ölümü kucaklamak demek olduğunu anladı. Gördüğü kadarıyla Nara'ya vahşi kedi demek yanlıştı, ona leopar demek doğruydu. Kahraman geriye birkaç adım atarak Nara'ya sırtını döndü ve kaçmaya başladı. Otuz metre kadar kaçtıktan sonra Nara'nın nefesini ensesinde hissetti. Kahraman dönerek sağ kanadını Nara'nın yüzüne patlattı. Hayatında ilk kez bir darbe yiyen Nara durdu. Canı yanmıştı: " Bana nasıl vurursun? "

    Gözleri hırstan kıpkırmızı olmuş Kahraman, Nara'nın üstüne yürürken, konuştu: " Seni gömerim Nara. Palavrayı bırak. Önce sen vurmak istedin. "
    Nara şaşkındı ama aniden ileri atıldı. Kahraman'la birbirlerine girdiler. Toz, dumana karıştı. Çevreye sürüyle seyirci geldi. Kediler, köpekler, kuşlar, horozlar ve bir tavuk. Horozlar dört taneydi. Kahraman'ın kardeşleri. Tavuk ise, annesi. Durumu soruşturunca kavga edenlerin kim olduğu belli oldu. Nara ile savaşan horoz Kahraman'dı. Arada büyük güç farkı vardı. Kahraman'ı Nara'nın pençesinden kurtarmalıydı. Dört horoz kavgaya karıştı ve Nara daha ne oluyor diyemeden Kahraman'ı olay yerinden uzaklaştırdılar.

    Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Vahşi kediler ara sıra şehre iniyorlardı ama Nara bir daha şehre gelmedi. Hep dağda kaldı. Kedi şehrin kedilerine tekrar başkan oldu ve vahşi kedilerden uzak durmak için, kedilere gece sokağa çıkmayı yasak etti. Kahraman ise, annesi ve kardeşleriyle uzaklardaki bir çiftliğe giderek orada mutlu yaşadılar.

    SON

  • YUFKA YÜREKLİ ÖRÜMCEK
    Terkedilmiş, boş bir evin çatı katındaki tek odada bir örümcek ailesi yaşıyordu. Bu örümcek ailesi, anne örümcek ile üç yavrusundan ibaretti. Anne örümcek ağını camı tamamen kırık pencerenin arkasında bulunan iki dolabın arasına germişti. Gündüzleri güneş ışınları sayesinde dolapların arasındaki gerili ağ dışarıdan belli olmazdı. Pencereden hızla uçarak giren sinekler, kelebekler, arılar…daha ne olduğunu anlayamadan bu örümcek ağına yapışır kalırlardı. Bir anki şaşkınlıktan sonra çırpınmaya, feryat etmeye başlayan kanatlı küçük yaratıklar haliyle ağın şiddetli şekilde titreşimine sebep olurlardı. Dolaplardan birinin açık kalmış çekmecesinin içinde yavrularıyla birlikte oturmakta olan anne örümcek, titreşimleri hemen fark ederdi. Hiç vakit kaybetmeden çekmeceden çıkar, avını görürdü:

    “ Hım… Bir sinek. Biraz irice de. Yavrularıma biraz sonra güzel bir ziyafet çekebileceğim “ diye söylenir ve avını yakalamak için harekete geçerdi. Kendisinden belki on - on beş defa büyük olan anne örümceğin üzerine doğru gelmekte olduğunu gören sinek, yakalandığı bu korkunç tuzaktan kurtulmak için var gücüyle çabalamasına karşın başarılı olamazdı. Örümcek ağının bileşiminde çok kuvvetli yapıştırıcı özellik bulunurdu ve sinek gücünün sınırlarını sonuna kadar zorlasa bile bu onun kurtulmasına yeterli olamazdı. Anne örümcek sineğin kendisine zararı dokunmayacağını bildiği için, ağzından çıkardığı ifrazat sayesinde sineğin kanatlarını, ayaklarını bağlayıp, sarıp sarmaladıktan sonra uzun iki ön dişi ile avını ısırıp zehirleyip öldürürdü. Daha sonra cansız sineği sırtlayıp yavrularının yanına götüren anne örümcek bununla hem kendi beslenir, hem de yavrularını beslerdi. Böylece aradan haftalar geçti. Geçen zamanla birlikte yemek sorunu daha fazla hissedilir oldu. Artık yakalanan avlar yetmemeye başlamıştı. Yavru örümcekler doymadan sofradan kalkıyorlardı. Anne örümcek, bu soruna bir çözüm yolu bulmak için, ne kadar kafa yorduysa da işin içinden çıkamadı.

    Bir gece yarısı yavrular uyumuşlar, anne örümcek de uyumak üzereydi ki, çekmecenin içine kadar uzanan ağ sallanmaya başladı. Anne örümcek birden irkildi. Bu münasebetsiz de kimdi böyle? Gecenin bir vakti, şu zifiri karanlıkta başka işi yok muydu da gezmeye çıkmıştı. Gel bir de ağa takıl sonra uğraş kurtulmak için. Bilirler kurtulmanın olanaksız olduğunu yine de çırpınmadan duramazlardı. Can korkusu harekete geçiriyordu bunları. “ Ne zamandır geceleri av yakalanmıyordu ağıma, diye düşündü anne örümcek. Gidip göreyim bakalım, kimmiş bu uykusuz geceler geçiren kanatlı küçük yaratık. “ Anne örümcek bir koşuda dolabın üstüne çıktı, aşağıya baktı. Ağın ortasında bir küçük ışık ileri – geri, sağa – sola sallanıyor, fakat oradan ayrılamıyordu. Anne örümcek bunun bir canlı olduğunu düşündü. Evet, bu bir ateşböceği olmalıydı. Geceleri ateş gibi yanan, ışıyan, kanatlı ve adına ateşböceği denen bir böceğin varlığına dair söylentiler işitmişti işitmesine de şimdiye kadar hiç görmemişti. Örümceklere zararı dokunmaz diye anlatmışlardı ya yine de ne olur, ne olmazdı. Hayatta fazla meraklı olmak bazen üzücü ve hesapta olmayan sonuçlar doğurabilirdi. Adı üstünde ateşböceği yani ateş saçan böcek. Yanına giderse belki üstüne ateş atardı bu böcek, yakardı belki. En iyisi gidip uyumaktı. Sabah olunca gider yakından bakardı nasıl olsa kimin nesidir, kimin fesidir diye. Anne örümcek dolabın çekmecesine girdi. Dışarıdaki ağ ile çekmecenin içindeki ağın irtibatını sağlayan ince bağları birbirinden ayırdı. Ateşböceğinin çırpınmaları kendisini ve yavrularını rahatsız etmeyecekti.

    Sabah olunca anne örümcek uyandı, ortalık aydınlanmıştı. Yavruları hala uyuyordu. Ateşböceği aklına geldi. Çekmeceden dışarı süzülüp, dolabın üstüne çıktı. Aşağı baktığında gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamadı. Ağın ortasında bir böcek, onun etrafında iki sinek, bir sivrisinek ve bir de arı. Ortadaki böcek ateşböceği olmalıydı. Sessizce duruyordu, ışık falan da saçmıyordu. İşte, bu çok iyiydi. Ondan bir zarar gelmezdi. İki sinekle bir sivrisineği yavrularına yakalattırmalıydı. Onlar da bu işin inceliklerini öğrenmeliydi. Ağın alt tarafında bir arı…ama ne arı…kocaman bir şey, üstelik iğnesi var. Durumun kötü tarafı tek kanadı ağa yapışmıştı, öteki kanadı serbestti, ayakları serbestti. Kanadını hızla çırptıkça, kurtulmak için çabaladıkça ağın zangır zangır sallanmasına neden oluyordu. Onu yakalamanın çok zor olacağını düşündü, anne örümcek. O olmasaydı olurdu ama böyle semiz bir avı kaçırmak istemezdi. Anne örümcek gidip yavrularını uyandırdı. Gördüklerini anlatıp bir plan dâhilinde yapacaklarını açıkladı. Yavrularından ikisi istekli olurken, birisi, “ Anne, bu sabah başım çok ağrıyor, ben gelmesem olmaz mı? “ dedi. Anne örümcek buna itiraz etmedi.

    Anne örümcek ile iki yavrusu ağın üzerinde görünür görünmez ağa yapışıp kalmış, kurtulmak için çabalayan kanatlı küçük yaratıklar gayretlerini üç-dört katına çıkardılar. Önce anne örümcek ağ ipleriyle ateşböceğini sıkıca bağladıktan sonra götürüp çekmecenin bir köşesine bıraktı. Tekrar ağın üstüne geldi. Yavrularına, “ Sağdaki sinek senin, soldaki de senin. Haydi bakalım, marş marş ! “ diye emir verdi. İki yavru, annelerinin verdiği komutla birlikte avlarının üstüne atıldılar. Kısa süren bir boğuşmadan sonra, onları ağ ipleriyle sıkıca bağladılar. Uzun iki ön dişleri ile ısırıp zehirleyip öldürdükten sonra avlarını çekmeceye bıraktılar ve geri döndüler. Anne örümcek avcılık görevlerini kusursuz bir şekilde yerine getiren yavrularını kutladı. Hemen sonra anne örümcek sivrisineğin üstüne yürüdü. Anne örümceğin kendisine doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gören sivrisinek, karşı koymaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Bir dakika sonra onun cansız vücudu anne örümcek tarafından çekmeceye getirilip bırakıldı.

    Anne örümcek tekrar ağın üzerine döndü. Şimdi bütün iş arıyı yakalamaya kalmıştı. Kesinlikle onun yanına fazla sokulmamalı ve iğnesinden mümkün olduğunca uzak durmalıydı. Yavrularına bir kenarda beklemelerini ve bu mücadeleye karışmamalarını söyledi. Ağır ve temkinli adımlarla arıya doğru yaklaşmaya başladı. Arı ise, örümcekleri ağın üzerinde gördüğü andan itibaren kurtulma çabalarını yavaşlatmış, kuvvetini toplamaya çalışmıştı. Postunu pahalıya satmaya kararlıydı. Tek kanadını devamlı çırpması, ayaklarının ağa yapışmasını önlüyordu. Anne örümcek aradaki mesafeyi yeterli bulunca ağzıyla arının üstüne ağ ipi fırlatmaya başladı. Arı, çevikliği sayesinde bunları kolaylıkla savuşturmayı başarıyordu. Fakat bu böyle devam edemezdi. Ağ ipleri örümcek ağı ile kendi gövdesi arasındaki boşluğu süratle dolduruyordu. Bulunduğu yerdeki taban seviyesi giderek yükseliyordu. Arı, ağ iplerini kolaylıkla savuşturmasının sebebini anladı. Hedef kendisi değildi ve örümcek bunu çok akıllıca düşünülmüş bir plan dâhilinde gerçekleştiriyordu. Baskın her zaman basanın değildi. Arı artık kurtulmanın imkânsızlaştığını düşündü. Şimdiye kadar kim bilir kaç günahsızın canını almış olan bu katil ölmeliydi.

    Örümceğin son olarak fırlattığı ağ ipini ayaklarıyla yakaladı ve tüm kuvvetiyle geriye doğru çekti. Gerili durumdaki ağ ipinin diğer ucu ağzından çıkmakta olan anne örümcek ayaklarının yerden kesildiğini hissetti ve arıya çarparak sırtüstü ağın üstüne düştü. Arı aynı anda anne örümceğin üstüne atıldı ve aralarında müthiş bir ölüm-kalım mücadelesi başladı. Bu sırada arının ağa yapışmış olan kanadı koptu. Serbest kalan arı bütün kuvvetiyle anne örümceğin üzerine abanmaya ve sağlam olan kanadıyla anne örümceğin kafasını geriye doğru bastırmaya başladı. Böylelikle anne örümceğin zehirli dişlerinden korunmuş oluyordu. Arı sipsivri iğnesini çıkartarak gücü gitgide tükenmekte olan anne örümceğe doğru yaklaştırmaya başladı. Anne örümcek, çaresiz, arının iğnesini batırmasını beklerken, ölümün soğuk nefesini hissetti. Bu zor durumdan kurtulmasının olanak dışı olduğunu biliyordu. Kaderine boyun eğdi ve gözlerini kapattı.

    Anne örümcek birdenbire rahatladığını fark etti. Sanki üstünden büyük bir yük kalkmıştı. Ayaklarını kıpırdattı. Ayaklarını rahatça hareket ettirebilmesi, onu çok şaşırttı. Hayret, arı artık üstünde değildi, ya o zaman neredeydi? Gözlerini açtı. Kulakları uğulduyordu. Sırtüstü yattığı yerden doğrulurken, sol tarafında gördükleri karşısında hayretler içinde kalarak bir an için aklını kaçırdığını sandı. Olamazdı, hayır olamazdı. Arı, yavrularına saldırıyordu.”Dur arı, bırak yavrularımı, onlar daha küçücükler. Olmaz, bırak, elleme onları “ diye bağırmak istedi, fakat sesi çıkmıyordu. Arının üstüne atılmak istedi. Boşuna, her şey boşunaydı. Daha ilk adımını atarken, yüzükoyun yere yığılıverdi.

    Şimdi anne örümcek yattığı yerden iki yavrusuyla arının yaptıkları müthiş mücadeleyi seyretmeye başladı. Aradan biraz zaman geçince yavrularının hiç de tehlikede olmadıklarını aksine arıyı yenebileceklerini anlayınca rahatladı. İnanamıyordu, şu ikisi onun küçücük yavruları To ile Tu muydular? Şu gördüklerini başkası anlatsaydı mümkünü yok inanmazdı, beni kandırıyorsun derdi, anlatanı yalancılıkla suçlardı. To ile Tu büyümüşler, kocaman birer örümcek olmuşlar da haberim yokmuş, dedi kendi kendine. To ile Tu’nun yüzleri nasıl korkunç bir hal almıştı, gaddarca saldırıyorlardı arının üstüne. İmkanı yok arı bunların elinden kurtulamazdı, bu vahşilerin elinden. Anne örümcek arının parça parça edilişini seyrederken, içinin ürperdiğini hissetti. Acımıştı arıya. Sanki biraz önce arının canına kastetmek isteyen kendisi değilmiş gibi. Anne örümcek gözlerini kapadı, artık bakmak istemiyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Dipsiz bir kuyuya yuvarlanıyor gibi oluyordu. Az sonra kendinden geçti, bayılmıştı.

    Anne örümcek saatler sonra kendine geldi. Yavruları başında bekliyordu. Sağını, solunu yokladı. Kırık-çıkık yoktu. Sadece karnı ağrıyordu. Acıktığını anladı. Karnını doyurduktan sonra kuvveti yerine gelmeye başladı. Birden ateşböceği aklına geldi. Etrafına bakındı, onu göremedi. Yavrularına ateşböceğinin nerede olduğunu sordu.

    To: “ Aman anne, bırak şu gevezeyi. Saatlerce başımızın etini yedi. Çenesi hiç durmadı. Bazen yalvarıyor, ben bir garibanım, yoktur kimseye zararım, bırakın evime gideyim, diye; bazen de bağırıp çağırıyor, çabuk çözün beni, alırım hepinizi ayağımın altına, dağıtırım burayı, diyerek tehdit ettiği bile oluyor. Ben de kızdım, ağın arka tarafında rahatça hareket edebileceği kadar bir yer ördüm ağ ipleriyle ona. Şimdi orada sessizce oturuyor. Nasıl olsa ona ağın arkasında bir yer hazırlayacaktık, öyle değil mi anneciğim? “

    Anne örümcek To’nun söyledikleri karşısında gülümsemekten kendini alamadı: “ Öyle yavrum, aynen ben de öyle düşünmüştüm. Ateşböceği geceleri ışık saçtığı için, o ışığa aldanıp gelen birçok kanatlı küçük yaratık tuzağa düşüp ağımıza yakalanacaktır. Böylelikle yemek sorunumuz halledilmiş olacak. “

    Aradan iki ay geçti. Bu zaman zarfında, önce To, birkaç gün sonra Tu, annelerinden izin alarak kendi hayatlarını yaşamak üzere yuvadan ayrıldılar. Ayrı yerlerde ağlarını gerip yaşantılarına bir başlarına yön vereceklerdi. Anne örümceğin yanında kalan son yavrusunun adı Ta idi. Anne örümcek, Ta’nın diğer kardeşlerine benzemediğini ve örümcek nesliyle yakından uzaktan hiçbir bağlantısının olmadığını fark etmekte gecikmedi. Ta’nın sadece dış görünüşü örümceğe benziyordu. Oysa örümceği örümcek yapan acıma duygusunun yokluğuydu. Örümcek dediğin ağını uygun bir yere gerer, avını beklerdi. Artık ne denk gelirse bir sinek, bir böcek, bir kelebek…kısmetine düşen yiyeceğin olurdu. Ne yapsınlardı yani örümcekler hiç av yakalamayıp aç mı kalsalardı? Açlıktan kırılsalar mıydı? Ölseler miydi?

    Anne örümcek çok üstelemesine karşın, Ta’ya ağa yapışıp kalmış hiçbir avı yakalatmayı başaramadı. Ne zaman Ta’yı görevlendirse Ta mutlaka bir bahane bulup yan çiziyordu. Ya ayakları ağrıyor, ya çok yorgun oluyor, ya da gözleri kararıyor, başı dönüyordu. Sonunda şöyle bir olay bardağı taşıran son damla oldu: Bir gün ağa yapışan bir sineği yakalamasını istedi, anne örümcek. Ta, yakalamasına yakalardım ama canım yakalamak istemiyor nedense, dedi. Bunun üzerine anne örümcek, Ta’yı karşısına alıp daha önce defalarca yaptığı gibi nasihat etmeye başladı:

    “ Bak yavrum. Kardeşlerin aramızdan ayrılalı dört ay oldu. Onlar, istedikleri gibi hayatlarını yaşayacaklar. Seninde av yakalama işini öğrenip kendi düzenini kurma zamanın geldi. Aç yaşanmaz. Avlanıp karnını doyurmayı öğrenmelisin. Ben her zaman başında bulunamam. Sözümü dinlersen zararlı çıkmazsın. Hemen şimdi dışarı çıkıp şu sineği buraya getirmeni istiyorum. “

    Ta, boynunu büktü: “ Ne yapayım, elimde değil. Doğuştan belki de bilemiyorum, içimden hiç gidip o sineği yakalayasım gelmiyor. O sineği öldüremem ben. Başkalarına zarar vermek düşüncesi anlamsız geliyor bana. Onun da canı var, yazık…Keşke bıraksaydık da uçup gitseydi. “

    “ Tamam bırakalım. O zaman aç kalırız. “

    “ İçeride sabahleyin yakaladıkların belki iki gün bize yeter. “

    “ Sana kalsaydı onları da bırakırdın sabahleyin. Çok konuştuk, haydi dışarıya “ diyen anne örümcek, Ta’yı sürükleyerek ağın üstüne çıkardı ve sineğin yanına getirdi:

    “ Sana bir dakika süre. Eğer bu süre içinde şu sineği yakalamazsan çekip gideceğim ve bir daha da beni göremeyeceksin. İşte bu kadar “ diyerek son sözünü söyledi. Ta, ne yapacağını bilmez bir halde etrafına bakınırken süre dolunca anne örümcek hızlı adımlarla yuvasını ve yuvanın bulunduğu binayı terk edip gitti. Ta, üzgün bir halde olduğu yere oturdu ve yanındaki sineğe dönerek:

    “ Ya durum böyle, sinek kardeş. Benim iyiliksever, hoşgörülü, cana yakın düşüncelerim en yakınlarıma bile ters geliyor. Nedense onlar beni bir türlü olduğum gibi kabullenmek istemiyorlar. Meseleye onların açısından bakarsan yerden göğe kadar haklılar. Haklı olduklarını ispat etmek için en küçük bir çaba içine girmezler. Bu böyle olacak derler. Derler demesin de o dediklerinin yanlış olabileceğini bir an için bile olsa kabul etmek istemezler. Ben de ne zaman fikrimi söylemek isteyip konuşmak istesem lafı ağzıma tıkarlar. Konuşturmazlar bile. Sanki sadece siyah ve beyaz renkler var dünyada. Mavi, sarı, yeşil, kırmızı gibi birçok renk hiç yok. Annemin benim sözlerimi, fikirlerimi önemsemeyip çekip gideceğine, biraz anlayış gösterip meseleye daha ılımlı bir ortak çözüm bulunabilirdi diyorum “ dedikten sonra sineğin bir şeyler söylemesini bekledi. Fakat sinek, Ta sözlerini bitirince bakışlarını ondan kaçırarak göz göze gelmemeye çalıştı. Belli Ta’nın anlattıkları sineğin korkusunu hafifletmeye yetmemişti. Bu durumu fark eden Ta’nın içi sızladı, kahroldu. İki damla gözyaşı göz pınarlarından çıkıp yanaklarına doğru süzüldü. Biraz sonra Ta’nın serbest bıraktığı sinek sevinç içinde kanatlarını çırparak uçup giderken, “ Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim “ diye bağırdı. Böylelikle, hiçbir örümcek avının kaçıp gitmesine göz yummaz, özdeyişi geçerliğini kaybediyordu.

    Ertesi sabah Ta erken saatlerde uyandı. Ortalık aydınlanmıştı. Çekmeceden dışarı çıkıp ağın üzerine gelmesiyle gerisin geriye dönüp çekmeceye girmesi bir oldu. Kaç tane olduğunu tam olarak anlayamamıştı ya, belki üç, belki dört tane av yakalanmıştı ağa. Ne yapacaktı şimdi? Bunlardan nasıl kurtulacaktı? Gidip konuşmaya kalksa, “ Kardeşler, sakın benden korkmayın. Sizleri kurtarmaya geliyorum. Az sonra hepiniz özgür olacaksınız. Benim isteğim dışında ağa yakalandınız. Üzüntüm sonsuz. Affedin beni, sizlerden özür diliyorum “ diyerek, kesinlikle dünkü sinek gibi bunlar da karşısında korkudan titreyeceklerdi. Başka bir çözüm yolu bulmalıydı ya, nasıl? Konu üzerinde fikir yürütmeye başladı:

    “ Avların ağa gece karanlığında yakalandıkları belli. Neden yakalandılar ağa? Ateşböceğinin ışığına kanıp geldiler ve yakalandılar. Ateşböceği olmasaydı şu an ağın üzerinde büyük bir ihtimalle bir tane bile canlı bulunmayacaktı. O zaman benim başıma bu derdi saran ateşböceğidir. Ateşböceği bu derdimin nedeni olduğuna göre, benim bu dertten kurtulmam için, bana yardım etmek zorundadır. Ne yaparım ben şimdi: Dün annem giderken ateşböceği uyuyordu, onun için hiçbir şeyden haberi yok. Sessizce ateşböceğinin yanına giderim. Dün olanlardan başlayarak her şeyi olduğu gibi anlatırım. Sineği bıraktığım gibi, onları da bırakacağımı söylemesini isterim.

    Ateşböceğinin onlarla, onların beni görmeden önce konuşması, benim onları serbest bırakırken, onların benden korkmamasını sağlayacaktır. Hem akşam olmadan ateşböceğini de serbest bırakayım. Annem her gün aşağı iner, ormandan ateşböceğinin beslenmesi için çiçektozu toplardı. Benim burada ona ihtiyacım olmadığına göre, onu boşu boşuna beslemem de gerekmez. Zaten iki aydır ağın arkasında, küçücük bir yerde, özgürlüğü kısıtlanmış vaziyette oturup duruyor. Varsın gitsin yoluna, yaşasın hayatını. “

    Her şey Ta’nın düşündüğü gibi oldu. O gün akşamüstü hava kararırken ortada ne örümcek ağı vardı, ne ateşböceği vardı, ne sinek, ne sivrisinek, ne arı, ne kelebek, ne feryatlar, ne yalvarmalar, ne can almalar… hiçbiri yoktu artık. Yarın, başka bir gün olacaktı. Yarın, geçmişine ait ateşböceğinin giderken söylediği son cümleden başka bir şey hatırlamamaya kararlıydı. Ne demişti ateşböceği ona son olarak “ Sağlıcakla kal, yufka yürekli örümcek “ İşte bu çok güzeldi. Çok hoşuna gitmişti Ta’nın.

    Günler günleri kovaladı. Aradan kırk gün geçti. Ta, annesinin gitmeden önce çekmeceye bırakmış olduğu yiyeceklerle on gün idare ettikten sonra tam otuz gündür hiçbir şey yemeden bekliyordu. Neyi beklediğini kendisi de bilmiyordu. Bu bekleyiş bir ümit bekleyişi değil, umutsuz bir bekleyişti. Umutsuzluğun bir bekleyişiydi. Artık hareket kabiliyetini kaybetmişti. Çekmecede öylece yatıyordu. Bakışları durgunlaşmış, düşünceleri donuklaşmış, yattığı yerde kalakalmıştı. Gittikçe daha çoğalan uyku hali, belirlenemeyen bir belirsizlik içinde geceleri, gündüzleri ve hayatı, yaşamı siliyordu. Belli ki, sonsuz uyku denen şey yanı başındaydı.

    Anne örümcek, Ta’yı tek başına bırakıp yuvasını terk ettikten sonra günlerini diğer iki yavrusu To ile Tu’nun yanında geçirip geri döndü. Kim bilir Ta şimdi ne yapıyordu? Herhalde kendi düzenini kurmuş, hayata sıkı sıkıya sarılmış olmalıydı. Hayat dediğin de neydi ki: Bir örümcek için, hayatını yaşamaktan daha kolay ne olabilirdi ki? Uygun bir yere ağını gerer, avını bekler, av ağa yakalanınca avı tutar, karnını doyururdun. İşte hayat bir örümcek için bu kadar basitti. Anne örümcek evin dış duvarını tırmanıp pencere kenarına çıktı. İçeri doğru baktı. O da ne? İki dolap arasında gerili bulunan ağ şimdi yerinde yoktu. Anne örümcek sarsıldığını hissetti. Burada neler olmuştu? Peki, Ta neredeydi? Hızlı adımlarla aşağı inerek dolaplardan birine tırmanmaya başladı. Bir taraftan da “ Ta…Nerdesin! Ta bak annen geldi. Ta…Ta…” diye bağırıyordu. Anne örümcek korkunç bir telaş içinde çekmeceden içeri girdi ve Ta’yı bir köşede boylu boyunca yatarken görünce derin üzüntülerle kahroldu. Kimselere zararı dokunmayan yavrusu akıl almaz şekilde zayıflamıştı ve hiç hareket etmiyordu. Anne örümcek bir anlık duraklamadan sonra “ Ta…Ta…” diye bağırarak Ta’nın yanına koştu ve yere diz çöktükten sonra Ta’yı kucakladı:

    “ Ta yavrum, bak ben geldim. Ta annen geldi. Gözlerini aç, bir şeyler söyle, yalvarırım Ta “ diye konuşurken, bir taraftan da ağlıyordu. “ Ah Ta, ben ne büyük bir hata işledim de seni tek başına bırakıp gittim. Bilemezdim böyle olacağını, bilemezdim başkalarının canını kendi canından üstün sayacağını. Böylesi duyulmuş, görülmüş değil. Sen her zaman farklıydın, fakat ben değişirsin sandım, yanıldım. Hata ettim. Suçluyum. Bunu kabul ediyorum. Yeter ki sen gözlerini aç, bir şeyler söyle. Beni affet. “

    Annesinin kucağına alması, bağırarak konuşması ve ağlaması Ta’yı biraz kendine getirdi:
    “ Anne..Demek geldin..Ta, işte gördüğün gibi..anne..hem biliyor musun?..Ateşböceği giderken..bana yufka yürekli örümcek dedi..Sen gittikten beri..bilmem kaç gündür..hep düşünüyorum..Doğrusu, bu değil gibime geliyor.. ateşböceği.. yufka yürekli Ta.. deseydi.. daha iyi olurdu bence..Sen ne dersin, anne? “

    Ta’nın konuşması, yaşadığını belli etmesi anne örümceğin üzüntüsünü biraz hafifletti. Sakin bir sesle: “ Ne diyebilirim ki, Ta “ dedi. “ Bahsettiğin konu çok ince bir konu. Eğer herhangi biri diğerinden daha iyi fikirler ileri sürülüp savunulabilirse üstünlük elde eder. İkisine birden iyi fikirler ileri sürüldüğünü düşünsen bu durumda iki fikir de geçerli olur. Ta bana bunu sormaktaki maksadını anladım. Değişip değişmediğimi bilmek istiyorsun. Artık değiştim. Senin düşüncelerine önem verip istediğin her konuda seninle fikir tartışmasına girmeye hazırım. Neyse bırakalım şimdi bunları düşünmeyi. Öncelikle senin yemek yiyip kendini toparlaman lazım. Sana çok tatlı ve çok seveceğin yiyecekler getirdim. Bu kutuda hepsi. Bir daha birbirimizden hiç ayrılmayacağız. Söz veriyorum, Ta. “

    Annesinin sözleri Ta’yı sevindirdi: “ Anne, gelmekle çok iyi ettin..Bir daha hiç ayrılmayalım..Olur mu anne?..” diyerek onun boynuna sarılırken, gelecek günleri düşünüyor ve gülümsemeye çalışıyordu.

    SON

  • KELOĞLAN MÜCEVHER AĞACI
    Zaman gelmiş, zaman geçmiş. Günler gelmiş, aylar geçmiş. Aylar gelmiş, yıllar geçmiş. Keloğlan yirmi iki yaşına girmiş, nereden duyduysa adını duymuş, kafasında iyice yer etmiş, mücevher ağacını bulmak üzere yola çıkmış. Keloğlan gele geçe, pınardan soğuk su içe, yolu bir ormana düşmüş. Ormanın adını sorarsanız, Keloğlan bilmez, bana sorarsanız ben hiç bilmem, ağaçlarla dolu bir yermiş. Keloğlan sağına bakmış ağaç, soluna bakmış ağaç, gitmiş gitmiş hep ağaç. Bu durum kafasında şöyle bir çağrışım uyandırmış: Bu ağaçlar, topraktan çıktığına göre, ağaçları toprağın saçları sayarsak, bu orman saçlı bir adamın başına benzer. Saçları olmayan kel birinin başı, ağaçsız bir toprağa benzediğine göre, bu ormana Keloğlan Ormanı demek doğru olmaz.

    Keloğlan, ormanda yolunu kaybetmemiş ve ağlamayan, on sekiz yaşında genç bir kızla karşılaşmış. Keloğlan sormuş: “ Güzel kız, ormanda kayboldun mu? Anan, baban nerede? Hangi köydensin? Söyle de seni köyüne gö türeyim. “
    Bunun üzerine genç kız şöyle demiş: “ Bu ne soru kalabalığı böyle? Ortada sincap yok, kuyruğu yok, sincabın ağırlığını tahmin etmeye çalışıyorsun. Sincap iki kilo gelse sana ne, dört kilo gelse bana ne? Gelelim çimenin faydalarına: Bu ormanda kaybolmadım. Anam, babam evdedir. Yapraklı Köyü’ndenim. Ormanın ne tarafında kalır bilir misin? “
    “ Yapraklı mı? Adını hiç duymadım. Ormanın ne tarafında kalır, ne bileyim? “
    “ Hani az önce seni köyüne gö türeyim falan diyordun da. “
    “ Ha, doğru ya, öyle dediydim. Seni bu koca ormanda yalnız görünce öyle şaşırdım ki, ne dediğimi bilemedim. Deyiverdim işte. Kız adın ne senin, söyleyiver de bileyim. Konuşma tarzın güzel de, bir acayibime gitti. “
    “ Bravo, konuşma tarzım bir kulağından girip ötekinden çıkmamış. O zaman söylediklerim iki kulağına küpe olsun. Benim adım Fatma ama erkek Fatma diye bilirler beni. Anadolu’da Fatma çoktur ama erkek Fatma deyince bir ben akıllara düşerim. “
    “ Fatma. Hem erkek hem Fatma. Ne iş? “
    “ İnce iş. “

    Daha sonra Keloğlan başından takkesini çıkararak şöyle demiş: “ Fatma, söyle bakalım, ben kimim? “
    Bunun üzerine Fatma sağ kaşını yukarı kaldırarak bir süre Keloğlan’ı süzmüş: “ Dur bakalım! Yoksa sen şu Keloğlan mısın? “
    “ Peh, nasıl da bildin. Ama adım ne diye sormasam, dikkatini toplayamazdın. “
    Fatma, Keloğlan’ı bir kucaklamış ki, Keloğlan ayaklarının yerden kesildiğini hissetmiş.
    “ Dur kız! Fatma! Bir gören olacak. Sonra ne derler? Bırak beni. “

    Fatma, Keloğlan’ı bırakmış: “ Bu ormanda bizi gören olmaz. Hem görseler bana ne? Dünyanın en ünlü macera kahramanına sarılmışım, kime ne? Vay be! Hal ve gidiş pekiyi. Durum vaziyetleri çok iyi. Çocukluğundan beri yaşadığın olayları bizim köyde hikâye diye anlatıyorlar. Bir zamanlar padişah da olmuşsun. Kaç yaşındasın? “
    “ Yirmi iki yaşındayım. “
    “ Yirmi iki mi? Yok canım, inanmadım. Şuna yirmi diyelim, ne dersin? “
    “ Tamam, olur. Sen nasıl istiyorsan öyle olsun. Benim de işime gelir yirmi yaşında olmak. Dur bakalım, sen kaç yaşında olabilirsin? On sekiz yaşında varsın. “
    “ Hey be! İşte size iyi bir tahminci. Keloğlan olsun da benim yaşımı bilemesin? Keloğlan olsun da atıp tutturamasın? Doğru bildin, on sekiz yaşındayım. Sana Keloğlan, Keloğlan diyorum ama yaşın benden ileride. Acaba adınla hitap etmeme izin çıkar mı? “
    “ Sen bilirsin be, Fatma. Benim adım Keloğlan. Tabi ki, adımla hitap edebilirsin. Senden küçük beş, on yaşında çocuklar bana Keloğlan derler. Aslında adım İbrahim ama anam bile bana Keloğlan der. “
    Daha sonra Keloğlan üstünde altınlar, elmaslar, zümrütler dolu olan mücevher ağacını bulmak ve onları toplayıp, fakirlere dağıtmak istediğini söylemiş.
    Bunun üzerine Fatma: “ O topladıklarının bir kısmını kendine ayıracaksın, değil mi? “ diye sormuş.
    Keloğlan: “ Yok, öyle şey yok. Bir tekini bile kendime ayırsam elime yapışır. “
    “ Ben de seninle gelsem, kendime bir kese altın, elmas, zümrüt alabilir miyim? “
    “ İstersen al, sana karışmam ama benimle gelmene anan, baban izin verir mi? “
    “ Bunun kolayı var. Bizim köye gideriz, izin isteriz. Köydekiler, meşhur Keloğlan’ı görürler. “

    Köyde, Keloğlan coşkulu bir şekilde karşılanmış. Eğlenceler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiş. Fatma’nın Keloğlan’la gitmesi için, izin çıkmış. Keloğlan dönüşte bu köye uğrayacağına dair köylülere söz vermiş. Köyden ayrıldıktan sonra, Fatma’nın elinde çuval olması, Keloğlan’ın dikkatini çekmiş. Keloğlan sormuş: “ Fatma, o çuval nedir? Neden onu gö türüyorsun? “
    “ Mücevher Ağacı’ndan kendime ayıracaklarımı buna dolduracaktım. “
    “ Ne, buna mı? Bu dünyanın mücevherini alır, taşıması sorun olur. Bu dolunca belki geriye bir avuç mücevher kalır. “
    “ Tamam işte. Sen de o bir avuç mücevheri bizim köyde dağıtırsın. Dünyada benden fakir insan bulamazsın. Tek dikili fidanım bile yok. On sekiz yaşındayım, çeyiz bohçamda bir parça kumaş yok. Bohça bomboş. Çuval mücevher dolu olunca bana tüy gibi hafif gelir. “

    Keloğlan, Fatma’nın uyanıklığına ve sirke gibi keskin zekâsına hayran kalmış. Keloğlan ile Fatma, dağ-taş yürümüşler, kasabalardan, köylerden geçmişler, soğuk sulardan içmişler ve sonunda içinde mücevher ağacının bulunduğu kutsal toprakların yakınındaki bir köye gelmişler. Keloğlan köydekilere durumu anlatmış. Köydekiler, buna çok sevinmişler. Keloğlan ve Fatma’nın yanına yol gösterici olarak Hasan’ı verip, yola çıkmasını öğütlemişler. Keloğlan dönüş yolunda nasılsa bu köyden geçecekmiş. Keloğlan’ın bu köyde dağıtacağı mücevherler şimdiden göz kamaştırmış.

    Mücevher Ağacı bu köye çok yakınmış ama bu köyden birinin mücevherleri dalından koparması yasakmış, çünkü o zaman Mücevher Ağacı’nın kuruyacağına inanıyorlarmış. Köydekiler, her gittikleri yerde Mücevher Ağacı’nı anlatırlar, yerini tarif ederlermiş. Mücevherler toplandıkça yenisi çıkarmış.
    Keloğlan, oradaki köyden Hasan’ı aldıktan sonra, Fatma ile birlikte yola çıkmışlar. Üçü birlikte ileri doğru yürümüşler. Daha sonra bir dereye varmışlar.
    Köylü Hasan: “ İşte geldik. Bu derenin adı Hırçın Dere. Dereyi geçtik miydi, kutsal topraklar başlıyor. “
    Fatma: “ Hırçın Dere dedin de, bu derenin neresi hırçın? Sakin sakin akıp gidiyor.”
    Köylü Hasan: “ Fatma, sen onun adına aldanma. Adı hırçındır ama akışı hırçın değildir. Sessizce akıp gider. Kendimi bildim bileli adı Hırçın Dere’dir. Eskiler adına öyle demişler. Dereye girmeden paçaları sıvayalım. Korkmayın, bu derenin en derin yeri diz boyunu geçmez. “

    Derenin karşı kıyısına ulaştıklarında köylü Hasan: “ Buradan ilerisi göz alabildiğince kutsal topraklardır. Mücevher Ağacı, Uzun Dede türbesinden ileridedir.
    Fatma: “ Neden adına Uzun Dede demişler. Boyu iki metre var mıymış?
    Köylü Hasan: “ Uzun Dede çok eskiden yaşamış. Boyu iki yaşındayken iki metreymiş. Yirmi yaşına gelince yirmi metre olmuş, artık uzamamış. Altı yüz yaşını aşkın ölmüş. Yedi yüz, sekiz yüz hatta bin yaşında ölmüş diyenler var. “
    Fatma: “ Gerçekleri araştırsaydın. Bilgi, belge bulsaydın. Bakalım bunlar doğru mu? “
    Köylü Hasan: “ Herhalde doğrudur. Öyle gelmiş, böyle gidiyor. Bazı şeyleri değiştirmeye çalışıp kendimi zorlayacağıma, öyle olduğuna inanıvermek kolayıma gitti. Ne anlattılarsa, ne duyduysam peki dedim. Temsilde, tek başıma bir orduyla savaşacağıma, ordunun saflarına katılıverdim, oldubitti. “
    Fatma: “ Sence bir kişi, bir orduyu yenemez mi? “
    Köylü Hasan: “ Belki karşı durabilir ama ne zamana kadar? Koskoca bir ordu bir kişiye yenilmez. Bundan ötesine benim aklım ermez. Her neyse artık kutsal topraklar üzerindeyiz. Bu kutsal topraklar da tüm yorgunluğumu aldı. “
    Fatma: “ Bu toprağın derenin ötesinde kalan topraktan ne farkı var? İkisinin de üstü çayır, çimen, üzerinde ağaçlar var. Böcek, karınca bunda da var, onda da var. Ya ikisine kutsal de, ya da ikisine deme. Toprak işte, kutsallık bunun neresinde? “
    Köylü Hasan: “ Toprağın ikisi de toprak fark yok ama bu kutsal topraklarda Uzun Dede doğmuş, büyümüş. Toprağın her zerresinde, onun ayak izleri varmış. Buralarda basmadık yer bırakmamış. Onun için buralara kutsal topraklar denmiş. Kutsal adamın bastığı yerler kutsal sayılır. “
    Fatma: “ Uzun Dede de mi kutsalmış? “
    Köylü Hasan: “ Tabi kutsalmış. “
    Fatma: “ Buna inanayım mı? “
    Köylü Hasan: “ İnanırsın, inanmazsın. Bu sana kalmış. Seni zorlayan yok. Paşa gönlün bilir.”
    Fatma: “ İnanmazsam cezalandırılır mıyım? “
    Köylü Hasan: “ Cezalandırılmazsın. Kimse sana ceza kesemez. Kutsallık sadece fikirde, düşüncede vardır. Böyle konularda zorlama olmaz. Şudur, şöyledir, başka fikir öne süremezsin, değişik düşünemezsin, diyerek kimse kimseyi kandıramaz. “
    Fatma: “ Hasan Ağa, Uzun Dede zamanında yaşamak ister miydin? Her gün görüşürdünüz, konuşurdunuz. Kim bilir sana neler anlatırdı? Hizmetinde bulunurdun ve sevgisini kazanırdın. “
    Köylü Hasan: “Nerede bende o şans? Keşke eski zamanlarda yaşasaydım ve Uzun Dede’ye can yoldaşlığı yapsaydım. Artık bu mümkün değil. Ölen dirilmeyeceğine, Uzun Dede geri gelmeyeceğine göre, imkânsız konulardan bahsetmeyelim. Fatma istersen imkânlı konulardan bahsedelim. Bilir misin Uzun Dede pek çok keramet göstermiş. Bir keresinde, buralarda kuraklık olmuş. Halk, toplanıp Uzun Dede’ye gitmiş ve yağmur yağdırmasını rica etmiş. Uzun Dede, es demiş, rüzgâr esmiş, yağ demiş, yağmur yağmış. Bir keresinde, parmağını toprağa sokmuş, su fışkırmış. Yirmi metrelik Uzun Dede’nin parmağı bir metreymiş. Sonradan oraya çeşme yapmışlar. Yolumuzun üstünde, aradan kaç yüzyıl geçmiş hala akıyor. Birer tas su için, bakın Uzun Dede Pınarı’nın suyu kendinden tatlıdır. Ne oldu Fatma, bakıyorum sesin kısıldı. Buna da yalan desene. “

    Keloğlan, Fatma ve köylü Hasan, Uzun Dede Pınarı’nın suyundan bolca içmişler. Su, şerbet gibi tatlıymış. Daha sonra köylü Hasan ayağa kalkmış ve şöyle demiş: “ Arkadaşlar, sizinle sohbetin tadına doyum olmuyor ama buraya kadarmış. Bundan sonra yola bensiz devam edeceksiniz. Patika yol, sizi Mücevher Ağacı’na gö türür. Dönüş yolunda başka yol aramayın. Bu, zaman kaybı olur. İlla ki, bizim köyden geçeceksiniz. Ee beni de bolca görürsünüz. Her attığım adımın hakkını isterim. Size boşuna kılavuzluk yapmadım değil mi? “
    Bunun üzerine Keloğlan: “ Tamam, Hasan Ağa. Sana bolca, sizin köydekilere azarca dağıtacağız. Sonrasında geriye bana ne kalacak da, fakirlere dağıtacağım. “
    Köylü Hasan: “ İyi dedin, Keloğlan. Yalnız benden duymuş olma, ben ve bizimkiler senin elinde ne varsa sahipleniriz ama toplayıcının yanındakine karışmayız. Ondan hak iddia etmeyiz. Fatma’nın elindekiler firesiz geçer. Bilmem durumu anladın mı? “

    Fatma’nın elindeki çuvalı Keloğlan’a gösterip gülümsediğini gören köylü Hasan:“ Bak Keloğlan, Fatma işin gerçeğini anlamış, sor da sana anlatsın. Yolunuz açık, çuvallarınız dolu olsun. Hemen düşün yola erken dönesiniz, sizin için yoruldum beni de göresiniz. “
    Köylü Hasan’dan ayrıldıktan sonra Keloğlan, Fatma’ya dönerek: “ Fatma, gördün mü? Adamlar, işlerini menfaat üstüne kurmuş. Gidene ağam, gelene paşam diyorlar ama ceplerinin dolduğuna bakıyorlar. Bunların dümen suyuna girersen, senden iyisi yok. Altı patlar, üstü çatlar, bu fikirler, beni dörde katlar. “
    Fatma: “ Kusura bakma Keloğlan, ama senin düşüncelerin eski zamanda kalmış. Keserle tahtayı kerterken, yongayı kendi tarafına toplayacaksın. Benim bu çuval ne seni, ne beni aç bırakmaz. “

    Fatma’nın söylediklerini ağzı açık dinleyen Keloğlan, daha sonra Fatma’nın dile getirdiği teklifi kabul edip, Fatma ile evlenmiş. Nikâhı Keloğlan kıymış. Geceler geceleri gündüzler heceleri kovalamış. Sonunda, Keloğlan ile Fatma, Mücevher Ağacı’na varmış. Mücevher Ağacı’nın dalları zümrüt, elmas ve yakutla doluymuş.
    Keloğlan’ın takkesini çıkararak Mücevher Ağacı’nın karşısına oturmasına aldırmayan Fatma, yanında getirdiği çuvalı açarak alt dallardaki mücevherleri toplamaya başlamış. Dikkatle Fatma’yı izleyen Keloğlan, Fatma’nın ne kadar hızlı hareket ettiğini görünce şaşırıp kalmış. " Ey sen hırslı insan! Şu Fatma’nın hızını görsen dilini yutardın. Be kardeşim, insan bu kadar mı hırslı olur? Bin sene değil, on bin, yüz bin sene yaşasan topladıkların sülalene yeter. Bu kadar hırs niye? “

    Aradan zaman geçmiş, Fatma çuvalı doldurmuş, çuvalın ağzını bağlamış, çuvalın ipini beline dolamış. Keloğlan ağaca çıkmış, üst dallarda kalmış mücevherleri kesesine ve ceplerine doldurmuş. Dönüş yolunda Keloğlan ile Fatma, Hasan’ın köyüne uğramış. Keloğlan’ın bir karışlık kesesi, bir dakikada boşalmış. Fatma ise, Hasan’dan eşeğini bir avuç elmasa satın almış. Mücevher dolu çuvalı eşeğe yüklemiş. Keloğlan ile Fatma, günler sonra Fatma’nın köyüne varmış. Bir çuval mücevheri gören köylülerin ağzı kulaklarına kadar açılmış. Yüzlerce köylü, Fatma ile eşeğin etrafına toplanmış. Oynayanlar, zıplayanlar, takla atanlar pek çokmuş. Keloğlan kenarda, kıyıda tek başına kalmış. Buraya ilk geldiğinde iltifat edenler ortada yokmuş.
    Keloğlan sol eliyle takkesini çıkarıp, sağ eliyle başını kaşımış, sonra iki elini beline dayayıp etrafına bakınmış. Demek bu köyde benim hiç değerim yokmuş, diye düşünmüş. Cebinden çıkardığı iki elması yakınındaki iki köylüye vermiş. Keloğlan elmas dağıtıyor, diye köylüler bağırmış. Köy halkı, Keloğlan’ın peşine düşmüş. Keloğlan kaçmış, köylüler kovalamış. Keloğlan ormanda izini kaybettirip, köylülerden kurtulmuş.

    Ertesi gün Fatma’nın yanına gelen Keloğlan birkaç günlüğüne köyüne gideceğini ve oradaki fakirlere mücevher dağıtacağını söylemiş. Eğer yolda fakir görürsem onları boş geçmem, demiş.
    Fatma: “ İyi git Keloğlan, ceplerindeki bir avuç mücevherden başka neyin var? O kadarı kime yeter. “ demiş.
    Keloğlan: “ Var canım, olmaz olur mu? Sen çuvalı doldurur gelirsin de Keloğlan o kadarcık mücevhere kanar mı? Bak mintanımın altı mücevher dolu, demiş ve mintanın üstünü çıkarmış. Yola çıkmadan önce anama iki fanilamı alttan diktirmiş ve içine cepler yaptırmıştım. Ben bu yolculuğa fakirler için çıktım ve onlara destek olacağım. İtiraf et Fatma, sen bile bu ince düşüncemi anlamadın, değil mi? “
    Fatma: “ Doğru, ben bile anlamadım. Sana boşuna Keloğlan dememişler. Karlar altındaki bir köye gider, buz satarsın. Güle güle git Keloğlan, fakirlere mücevherleri dağıt, onları sevindir. Ben de bu çuvalın bir kısmını vereyim, fakirlere dağıt, bir kısmını da bu köyde dağıtacağım. Kalan yarım çuval mücevher ikimize yeter. “
    “ Aslan Fatma, o bir çuval mücevheri kendine saklayacaksın diye ödüm kopuyordu. Şimdi gözümde öyle bir büyüdün ki sorma. “
    Keloğlan bir gitmiş, pir gitmiş. Mücevherleri fakirlere dağıtıp, Fatma’nın köyüne dönmüş. Daha sonraki günlerde Keloğlan ile Fatma, bir konak yaptırmış ve bu konakta yaşamaya başlamış. Köye gelişleri bir yılını doldurmuş ki, bir oğulları olmuş. Adını Ali koymuşlar. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar.

    SON

  • CESUR GENÇ İLE İYİLİK PRENSİ
    Üç yanı aşılmaz karlı dağlarla çevrelenmiş, geniş ve verimli topraklara sahip bir köyün dış dünya ile irtibatını sağlayan tek yol, azgın suları olan bir ırmak üzerindeki tahta köprüydü. Bu köyde yaşayan köylüler kasabaya gitmek için ırmağın en dar kısmına yaptıkları tahta köprüden geçmek zorundaydılar. Köylüler, arabalara yükledikleri ürünleri kasabada satarlar ve neşe içinde köye dönerlerdi. On yıl vardı ki, neşe yerini kedere bırakmıştı. Bu on yıllık sürede köyden ayrılanların hiçbiri geri dönmemişti. İlk gidenler geri gelmeyince köydekileri bir korku kaplamıştı. Durumu merak eden köylüler köprünün yakınlarına geldiklerinde karşı tarafta dolaşan silahlı adamlar görmüşler ve bunların eşkıya olduklarını anlamışlardı. Eşkiyalar tarafından öldürülmek korkusu, onları dış dünyadan habersiz yaşamaya mahkum etmişti. Fakat yine de birkaç yılda bir de olsa cesur gençler ortaya çıkmış, köydekilerin engellemelerine göğüs gererek köprüden karşı tarafa geçmişlerdi. Karşıya geçmişlerdi geçmesine de, içlerinden köye geri dönen olmamıştı.

    İşte şimdi bir başkası kasabaya gitmek için yola çıkmıştı. Bu cesur genç atlı arabasını korkusuzca köprüye doğru sürdü. Karşı kıyıya geçince orman içinde devam eden yol boyunca ilerlemeye başladı. Daha yüz metre gitmeden büyük bir ağacın yol üstüne devrilmiş olduğunu gördü. Cesur genç kılıcını çekip yere atlarken haykırdı: “ Haayt!.. Kimseniz çıkın ortaya yüzünüzü görelim!.. Böyle yol kesip eşkiyalık yapmak da ne demek oluyormuş. Sizin gibilerin hakkından gelmesini bilirim ben. “ Bunun üzerine eşkiyalar ağaçların arkasından çıkıp cesur gencin etrafını sardılar. Eşkiyaların reisi, öne çıkarak cesur gencin karşısına dikildi: “ Bre genç “ dedi, “ ne bağırır durursun? “

    Cesur genç: “ Ohoo!.. Demek bunların başı sensin. Karşımda öyle dikilip durma. Hemen emir ver adamlarına kaldırın şu ağacı yol üstünden “ deyince, eşkiyalar, kahkahalarla gülmeye başladı. Reis, bu duruma çok sinirlendi ve “ Susun!.. “ diye bağırdı. Eşkiyalar susunca reis şunları söyledi: “ Hop hop, yavaş ol aslanım!.Burada reis benim, emirleri ben veririm. Sen istemesen de, o ağaç orada kalacak. Bak aslanım, sana bir teklifim var. Biz burada yirmi kişiyiz. Bizimle baş edemezsin. Arabayı bana bedavaya sat, kılıcını elinden at, yürü git yoluna, canın nereye isterse oraya git. “

    Bunun üzerine cesur genç: “ Hayır, ben teslim olmam “ dedi. “ Ölürüm daha iyi. “
    Reis: “ Sözlerimi yanlış anladın aslanım!..” dedi. “ Teslim olma diye bir durum ortada yok. Sen teslim olmayacaksın ki, şanınla, şerefinle gitmek istediğin yere gideceksin. Farz et ki, kılıcını düşürüp kaybettin. Farz et ki, gece ormanda uyurken yorgun olduğundan atın koşumlarını çözmeyi unuttun, at da, çekti arabayı götürdü. Ertesi sabah çok aradın arabayı ama bulamadın. İşte mesele bu kadar basit. “

    Cesur genç bir an için durumunu gözden geçirdi. Bunlarla savaşmak akıl karı olmayacaktı. Biri tutup bir ok atsa oracıkta düşüp kalırdı. O zaman ne değişirdi? Bu eşkiyalar yine burada beklerdi ve köydekiler çaresizlik içinde kıvranırdı. Eğer beni bırakırlarsa kasabaya gider yardım getirir, bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündü. Ama sağ–salim gitmesine izin verirler miydi? Bunu sormak ihtiyacını hissetti: “ Yalan söylemediğine nasıl inanayım. “

    “ Benim yalan söylemediğime inanman bizden korkmadığını ispatlar. Senin gibi yiğit bir gence el kaldıramam. Var şimdi git yoluna. “ Reisin bu sözleri üzerine cesur genç kılıcını yere attı ve oradan uzaklaştı.

    Cesur genç ertesi gün akşamüstü kasabaya vardı. Bir han odası kiralayıp, yemek yedikten sonra, uykuya daldı. Sabahleyin dinlenmiş olarak girişimlerine başladı. Üç gün boyunca çalmadık kapı, konuşmadık insan bırakmayan cesur genç, kimsenin kendisini dinlemekten başka bir şey yapmadığını görünce hayretler içinde kaldı. Buraya geldiğine bin pişman bir halde gerisin geriye dönerek tahta köprünün aşağı taraflarında köyüne ulaşabilmek için, umutsuz bir arayış içine girdi. Saatler sonra bütün çabasının boşuna olduğunu gördü. Irmağın azgın sularını aşıp karşı tarafa geçmenin olanağı yoktu. Canından bezmiş bir halde ırmak kenarına oturup etrafına bakınırken, suların üstünde bir balığın bakmakta olduğunu fark etti. Laf olsun diye balığa seslendi: “ Ey balık!:.Keşke konuşabilseydin de, seninle iki çift laf edebilseydik. Dertliyim ben, yürekten yaralıyım ben. “
    Biraz sonra cesur gencin beklemediği bir şey oldu. Dert dolu, çile dolu haykırışına balık karşılık veriyordu: “ Konuşurum tabii ki, neden konuşmayacakmışım…Bekle, şimdi yanına geliyorum. " Balık bir kuyruk darbesiyle kıyıya ulaştı ve yakındaki bir ağacın arkasında gözden kaybolduktan bir saniye sonra, yakışıklı bir genç olarak ortaya çıktı. “ Merhaba, ben iyilik prensiyim “ dedikten sonra onun yanına oturdu: “ Bak şimdi, benden çekinmene gerek yok. Cin, peri falan değilim. Söylediğim gibi ben iyilik prensiyim. Biz de tıpkı insanlar gibi doğarız, büyürüz, yaşlanırız. Acıkınca yemek yeriz. Okuma-yazma öğreniriz, kitap okuruz, resim yaparız. Canımız sıkılır üzülürüz, fakat üzüntülerimizi fazla önemsememeye çalışırız. Üzüntünün gelip geçici olduğuna inanırız. Ben sıkıntının, üzüntünün çaresini insanlara yardım etmekte, insanlara iyilik etmekte bulmaya çalışmış ve kendime yararım dokunmuştur. Canımın sıkıldığı, üzüldüğüm bir durum olduğu zaman birine bir iyilik yaparım mutlu olurum. Bu mutluluğun devamlılık sağlayabilmesi iyilik yapmakla, yardımlaşmakla mümkündür. Ne dersin arkadaş, söylediklerimin doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, bu yöntem denemeye değmez mi sence? “

    İyilik prensinin anlattıkları cesur gencin üzerinde olumlu tesir yaptı ve şaşkınlığını tamamen yok etti. Kendisinin bir konu hakkında görüşü alınmak isteniyordu ve düşüncesini söylememesi ayıp sayılırdı: “ Şimdi sen iyilik prensi olduğundan görevin gereği herkese iyilik yapmak istiyorsun ve iyilik yaptığın insanların sevinmesi, sana teşekkür etmesi, mutlu olmanı sağlıyor. Az önce cin, peri olmadığını söylemiştin. Şu an insan görünüşündesin. İnsan kılığına girmeden önce bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Sanıyorum ki, sen bir insansın fakat seni diğer insanlardan ayıran birtakım özelliklere ve farklı düşüncelere sahipsin. Arzu ettiğin bir kılığa anında girebiliyorsun. Bu bir balık olabilir, bir kuş olabilir, bir tavşan olabilir. Düşünce farklılığı seni insanlardan kesin çizgilerle ayırır. Ben, senin yöntemini denemeye değer desem bile zannetmiyorum ki, bu yöntemi öğrenip de, denemek isteyecek bir başkası çıksın. Gelelim senin bir balık olma durumuna ve ırmakta yüzme sebebine…Sen bir balıktın ve ırmakta yüzüyordun. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa bir nedeni var mıydı? “

    “ Ben on sekiz yaşındayım ve beş yıla yakın bir süredir bu ırmakta yüzüyorum. Seviyorum yüzmeyi. Benim için değişiklik oluyor. “

    “ Demek bu ırmakta yüzmek hoşuna gidiyor. Fırsat buldukça gelip burada yüzüyorsun. Peki, çevrede olup bitenlerden haberin yok mu? Irmağın öte kıyısında bir köy var. O köyde yaşayan insanlar var. O insanlar orada hapis hayatı yaşıyorlar. Eşkiyalar tahta köprüde bekliyorlar, köydekileri köprüden geçirmiyorlar. Benden önce köprüden geçenlerin ne oldukları belli değil. Ben köprüden geçtim, fakat kılıcımı, arabamı elimden aldılar. Kendi isteğimle değil, zorla…Kasabadan yardım getirir bu eşkiyaları yakalatırım, diye düşündüm. Hiç kimse beni dinlemekten başka bir şey yapmadı. Sanırım olanlardan hepsinin haberi var ve yardım etmekten çekiniyorlar, korkuyorlar. Bizim köyün toprakları çok verimlidir. Piyasadaki sebze-meyve fiyatları ucuzlamasın diye geniş toprak sahibi kimselerin bir oyunu ile karşı karşıya kaldık. Sen beş yıldır bu durumun farkına varamadın mı? Vardın da yardım etmek aklına gelmedi mi? Yardım etmek istediğinde seni engelleyen ne oldu? Bu sorulara açıklık getirmeni istiyorum. Lütfen iyilik prensi, buyurun söz sırası sizin. “

    “ Yüzmek için buralara gelmeye başladığım ilk günlerde durumu fark ettim. O zamanlar çocuk olduğum için, ne yapacağımı bilemedim. En iyisi her şeyi gidip babama anlatmaktı. Ben de öyle yaptım. İyilik kralı olan babam, anlattıklarımdan haberi olduğunu, sorunu en ince ayrıntılarına kadar araştırdığını, yardım etme konusunda tereddüt içine düştüğünü, yardım ettiği takdirde pek çok kişinin alınyazısının bir anda değişeceğini, meselenin yetki alanı dışına taştığından duruma müdahale etmediğini ve benim olan biteni görmemezliğe gelmem gerektiğini söyleyince, babamın sözlerinin doğru olduğunu düşünüp hiçbir şeye karışmadım. “

    “ Sayın iyilik prensi, iyilik ve kötülük her insanın kalbinde doğuştan yer etmiştir. İnsan büyüyüp geliştikçe kalp de buna paralel olarak büyür, gelişir. Kalp büyüyüp geliştikçe kalpte bulunan iyilik ve kötülük davranışlarda, hareketlerde belirmeye başlar. Çocuklara iyilik yapmanın iyi bir şey, kötülük yapmanın kötü bir şey olduğunu mutlaka anlatmalıyız. Onlara kalbindeki iyilikleri ön plana çıkarması için yardımcı olmalıyız. Çocuk, kalbindeki kötü duygulara gem vurmayı öğrenmelidir. Bunları çocuğa öğretecek olanlar davranışlarına dikkat etmek zorundadır, çünkü çocuk büyüklerinin davranışlarını, sözlerini, yaptıklarını yakından takip eder. Kendine onları örnek alır.
    Buradaki silahlı adamlar iyi eğitim görmedikleri için, iyiliği bilememişler, iyi insan olamamışlar, kötü olmuşlar, eşkiya olmuşlar. Onlar bir köy halkını üzdüklerinin, acılar içinde bıraktıklarının farkında değiller. Onlara yaptıklarının doğru olmadığını anlatalım, yaptıkları yanlışı fark ettirelim. Onlarla konuşalım. Onlara iyiliğin ne olduğunu, iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini anlatalım. Ben bir insan ne kadar kötü olursa olsun, kalbinde azıcık da olsa iyi duygular kaldığına inanırım. İşte biz azıcık kalmış olan iyi duyguları harekete geçirip canlandırmaya çalışacağız. İyi duyguların ileri doğru attığı her adım kötü duyguları bir adım gerileteceğinden öyle bir an gelecek ki, iyi duygular kötü duyguları geçecektir. İyi duyguları önde olan insan, iyi insan olmuş demektir. Sayın iyilik prensi, iyilik yapmanın büyüğü, küçüğü olmaz. İyilik iyiliktir. Gel bir iyilik de bize yap. Şu eşkiyaları yakalamama yardımcı ol. Onlara her şeyi anlattığımız takdirde inanıyorum ki, tuttukları yolun yanlış olduğunu fark edip yollarını değiştireceklerdir. Bu tarafa geçeceklerdir. “

    Cesur gencin daha fazla konuşmasına iyilik prensi izin vermedi. Bir eliyle onun ağzını kapatarak gülümsedi: “ Tamam… Anlatmak istediklerini çok iyi anladım. Ben bu konuyu böylesine derin düşünemedim. Şuna inandım ki, senden öğrenmem lazım gelen çok şey var. Bunları sonra konuşuruz. Bir plan dahilinde eşkiyaları yakalayalım. Onlarla sen konuş, her şeyi anlat. İyilik ne demek, bunu onlara öğret. Başarılı olacağına inancım sonsuz. “

    Birkaç dakika sonra iyilik prensi bir kartal kılığına girerek eşkiyaların bulunduğu tarafa doğru uçtu. Cesur genç de yürüyerek yola çıktı. Kartal biraz sonra tahta köprünün üstünde daireler çizerek uçmaya başladı, aniden kalın bir ip oldu ve aşağıya süzüldü. Oralarda dolaşmakta olan eşkiyaları yakaladıktan sonra barınak olarak kullandıkları büyük bir mağaraya götürdü. Mağara, atlar, arabalar ve eşyalarla doluydu. Eşkiyalar bunları kasabaya gitmek isteyen köylülerden zorla almışlardı.

    Cesur genç mağaraya geldiğinde eşkiyaları bir köşede kıskıvrak bağlı otururlarken görünce çok sevindi. Bu sevincini onlara belli etmedi. Eğer eşkiyalar onun sevindiğini fark ederlerse kendisine kızabilirler ve onun iyilik, doğruluk hakkında söyleyeceği sözleri, vereceği nasihatleri dinlemeyebilirlerdi. Cesur genç eşkiyalarla konuştu. Onlara tuttukları yolun yanlış olduğunu, eğer isterlerse yardım edebileceğini, eşkiyalık yapmadan da bu dünyada yaşanabileceğini anlattı. Hiç kimsenin bir başkasının malını zorla alamayacağını, tam on yıldır köyde yaşayanlara hayatı zindan ettiklerini, bunun haksızlık olduğunu, bu haksızlığa neden olanları efendi olarak kabul etmeyip, kendi kendilerinin efendisi olmaları gerektiğini belirtti.
    Bu arada daha önce köprüden geçenlerin öldürülmediği, salıverildiği ortaya çıktı. Eşkiyalarda pişmanlık belirtileri başlaması üzerine onları yakalamış olan kalın ip gevşedi ve sonunda çözüldü. Kalın ip insan kılığına girdi ve iyilik prensi oldu. İyilik prensi kısaca kendini tanıttıktan, onlara bundan sonraki yaşamlarında başarılar diledikten sonra, cebinden deri bir kese çıkararak saçlarından birer tel koparıp keseye atmalarını istemeyi ihmal etmedi. Böylelikle nereye giderlerse gitsinler, onların izini bulabilecek ve iyi insan olup olmadıklarını kontrol edebilecekti.

    Cesur genç köyünde krallar gibi karşılandı. Köyde o gece şenlikler yapıldı, eğlenceler düzenlendi, ziyafetler verildi. Herkes tahta köprünün ulaşıma açılmasının sevinci içindeydi. İyilik prensi ise, kimliğini belli etmeden bir kenarda oturup eğlenceleri izledi. O kadar güzeldi ki, karşılık beklemeden başkalarına yardımcı olabilmek, onlara mutluluk verebilmek. Varsın seni kimse tanımasın, adını kimse bilmesindi. Sen iyilik yaptığını biliyordun ya, bu sana yeterdi.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım

    YILDIZ AĞACI
    Seçme Türk Masalları
    Gönül Yayıncılık 2017
    Sayfa 36 - 50

  • FUTBOLCU AYKA
    Ayka küçük bir çocuktu. Çok seviyordu Ayka futbol oynamayı, top peşinde koşmayı. Ayka’nın maçını seyreden bir yabancı sekiz – on çocuk arasında Ayka’yı fark ederdi. O, maç süresince durmaz, devamlı koşar, forvet oynamasına karşın, gol atmak kadar gol yememenin maç kazanmaktaki önemini bilir ve defanstaki arkadaşlarına yardıma gelirdi. Ayka gerçekten iyi bir golcüydü. Rakip ceza sahası içinde yakaladığı topları gole çevirirdi. Bir maçta üç – dört gol atmak Ayka için sıradan bir olaydı. Arkadaşları arasında yaptıkları maçlarda Ayka başı önde sahadan ayrılmamıştı. Ayka büyüdükçe aralarında yaptıkları maçları yeterli görmemeye başladı. Şehrin diğer mahallelerinde bulunan çocuklarla da maç yapmalıydı. Ancak bu şekilde futbolunu ilerletebileceğini düşünüyordu. Büyüdüğü zaman iyi bir futbolcu olmak istiyordu. Ayka'nın önerisi üstüne Çelikspor kuruldu.

    Çelikspor ilk maçında takımda birlik olmaması ve oyuncuların gol atma sevdası yüzünden ilk devreyi 2 – 0 yenik kapadı. Devre arasında arkadaşları birbirini suçlarken, Ayka biraz ötede yere oturmuş, onları kızgın bir vaziyette izliyordu. İkinci devre takımın arka sırasında sahaya çıkan Ayka kararını çoktan vermişti. Kesinlikle ileri gitmeyecek, defansın en gerideki oyuncusu olarak oynayacaktı. İkinci devre Çelikspor’un yoğun baskısı altında başladı. Sağdan – soldan ataklar Çelikspor’dan geliyordu. Bu ataklar bir sonuca bağlanamıyor, gol olmuyordu. Ayka rakip takımın geliştirdiği ataklarda iki – üç rakip oyuncuyla mücadele ediyor, takımı bir gol daha yemesin diye gücünün sınırlarını sonuna kadar zorluyordu.
    İkinci devrenin ortalarına doğru orta sahada boş bir top yakalayan Ayka sağa doğru yöneldi. Önüne çıkan iki oyuncuyu geçtikten sonra korner direği yakınlarından topu kaleye ortaladı. Topu takip eden Çelikspor kaptanı kafa vuruşuyla ilk golü attı. Çelikspor’ lu oyuncular kaptanlarını sevinçle kucakladılar. Gollük ortayı Ayka’nın yaptığının hiçbiri farkında değildi. Ayka’ya dönüp bakan yoktu. Ayka gidip kaptanı tebrik etmedi, defanstaki görevine döndü. Maçın son dakikalarında Çelikspor bir gol attı ve maç 2 -2 berabere sona erdi.

    Çelikspor bir hafta sonra ikinci maçını oynamak için sahaya çıktı. Ayka listede forvet yazılmasına karşın, maç başladıktan bir – iki dakika sonra defansa döndü. Nasılsa arkadaşları bir gol atarlar ve maçtan galip ayrılırlardı. Çelikspor rakip takımdan daha atak oynuyor fakat dakikalar geçtikçe beklenen gol bir türlü gelmiyordu. İlk devre 0 – 0 sona erdi. İkinci devre Çelikspor ataklarını sıklaştırdı. Orta sahada topla buluşan Ayka topu sürmeye başladı. Üstüne gelmiyorlardı. Oyunun başından beri defansta oynadığı için dikkati çekmemişti. Ayka kaleye doğru yaklaştı. İki oyuncunun arasından sıyrıldı. Artık kaleciyle karşı karşıyaydı. Ayka sert bir şutla ilk golü attı. Golden sonra arkadaşları Ayka’yı tebrik ettiler. Daha sonra Ayka ileriye dönük oynamaya başladı. Bu, Çelikspor’a canlılık getirmişti. Sonraki dakikalarda iki gol atan Çelikspor sahadan 3 – 0 galip ayrıldı.

    Ayka sonraki maçlarda forvette oynadı, pek çok gol attı. Geçen zamanla birlikte Ayka büyüyor, gelişiyordu. Bir gün takım kaptanı İsmail, İnegölspor genç takımından teklif aldığını, Çelikspor’dan ayrılacağını söyledi ve arkadaşlarıyla vedalaşarak gitti. Bunun üzerine Ayka, İnegöl İdmanyurdu genç takımına giderek, bu takımda oynamak istediğini söyledi.
    Ayka antrenman maçında 3 gol atınca teknik direktör, Ayka’yı takıma aldığını açıkladı ve başarılar diledi. Ayka sonraki antrenman maçlarında attığı gol adedini giderek fazlalaştırdı. Süratli ve hızlı oyunu sayesinde 4 – 5 gol attığı oluyordu. Takımda onun kadar gol atan oyuncu yoktu. Ayka zamanla teknik direktörün bu durumu görmezden geldiğini fark etmekte gecikmedi. Arada bir 2 – 3 gol atan oyuncu takdir edildiği, bravo, bugün çok iyisin, diyerek alkışlandığı halde kendisinin bir kez olsun tebrik edilmediğini gördükçe canı sıkılmaya başladı. Bu durumun nedenini düşünüyor fakat mantıksal bir açıklamasını yapamıyordu.

    Birkaç ay sonraki o son antrenman maçında Ayka’nın söylediklerinde ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktı. Genç takımlar arasındaki maçlar haftaya başlıyordu. Teknik direktör ideal kadroyu bugün belirleyecekti. Bazı oyuncular arkadaşlarını getirmişti. Ayka bunların çoğunu ilk kez görüyordu, daha önce antrenmana gelmemişlerdi. Teknik direktör A takımının kadrosunu okuduğunda Ayka ismi bu kadroda yoktu, A takımının yedeklerinde bile. Bu kadrodakiler devamlı olarak antrenmanlara çıkan oyunculardı. Ayka’nın A takımında yer alması gerekirdi. Ayka, onlarla birlikte bu günler için hazırlanmış, hiçbir antrenmanı kaçırmamış, yağmur - çamur demeden antrenmanlara gelmişti. Olsun, diye düşündü, Ayka. Ben B takımında da oynar, kendimi gösteririm.

    B takımının kadrosu okunduğunda Ayka isminin geçmediğini üzülerek gördü. B takımında oynayacak oyuncuların çoğu ilk kez antrenmana geliyorlardı. Teknik direktör daha sonra B takımının yedeklerini okudu. Yedekler 5 oyuncudan oluşuyordu ve son isim olarak Ayka denmişti. Takımlar sahadaki, yedekler saha kenarındaki yerlerini aldılar ve teknik direktörün düdüğüyle maç başladı. Ayka oturup kaldığı yerde hırsından titriyordu. “ Vay vay vay.. Demek öyle ha.. Demek artık kartlarını açık oynuyorsun. Ne yaptım sana ben, ne istedin benden? İkinci devre başlarken yedeklerin hepsi oyuna girecek dedin. Ne diyeyim ikinci devre görüşürüz senle. “

    Birinci devre sona erdiğinde A takımı 2 – 1 galip durumdaydı. Devre arasında teknik direktör A takımı oyuncularına: “ İyi oynuyorsunuz, fakat pek çok gol pozisyonunu cömertçe harcadınız. Takımda gol kısırlığı var. Gol atın, gol.. “ dedikten sonra, A takımındaki oyunculardan bazılarını çıkarıp yerlerine A takımının tüm yedeklerini oyuna dahil etti. B takımının 3 oyuncusu oyundan çıkarıldı, yerlerine 3 yedek oyuncu alındı. Şimdi o kadar oyuncu bolluğu arasında ikinci devre bile oyuna başlayacak yeterlilikte bulunmayan B takımının 2 yedeği kalmıştı. Biri yeni gelen birisi, diğeri de Ayka? Sözde ikinci devre başlarken yedeklerin hepsi oyuna girecekti.

    Maçın bitmesine 15 dakika kalmıştı ki, B takımı 4. golü yedi. Durum 4 – 1 olmuştu. Bunun üzerine teknik direktör B takımından 2 oyuncuyu çıkardı ve son kalan 2 yedeği oyuna dahil etti. Ayka maçın bitmesine az bir süre kaldığının farkındaydı. Bu sürede tüm gücünü sarf edecek, bir gol atıp, onu utandıracaktı. Ayka top nerede ise oraya koştu, çok çalıştı, kan ter içinde kaldı. Ayka’nın oyuna girdiği andan itibaren pas vermekte zorluk çekmeye başladıklarını fark eden A takımı oyuncuları şaşırmışlardı. İnanılır gibi değildi ama bir Ayka koca takıma yetiyordu. Ayka’nın korkunç presi altında giderek gerileyen A takımı defansa çekildi.

    Maçın başından beri dağınık bir futbol sergileyen 4 – 1 yenik durumdaki B takımı, Ayka’nın oyuna girmesiyle canlanmış, pas hatalarını değerlendirip, nadir olarak geliştirdikleri ataklarını sıklaştırmıştı. Topu kapan B takımı oyuncusunun gözleri Ayka’yı arıyor, eğer yakında ise, Ayka’ya pasını veriyor, topla buluşan Ayka ileri atılıyordu. Maçın bitmesine 5 dakika kalmıştı ki, rakip ceza sahasına giren bir oyuncu düşürüldü. Karar penaltıydı. İşte o an geldi diye düşündü Ayka, topu aldı, penaltı noktasına dikti. Topa vurmak için gerilirken teknik direktörün biraz ilerden, hayır Ayka, sen bırak, penaltıyı Muzaffer atsın, dediğini işitti. Kulaklarına inanamadı. Acaba yanlış mı anladım diye düşünerek sesin geldiği tarafa döndü. Teknik direktör penaltı noktasına gelerek, gel Muzaffer, penaltıyı at, deyince Ayka kahroldu. Yanlış anlamamıştı ve penaltıyı Muzaffer atacaktı. Ayka’nın sinirleri iyice gerildi. Ahlaksız diye mırıldandı. Kenara çekildi. Gol olmaz da utanırsın belki diye düşündü. Dayanamıyordu artık gururuyla bu derece oynanmasına, neredeyse patlayacaktı. Biraz sonra atılan penaltı gol olunca, B takımının yaşadığı sevinç birden üzüntüye dönüştü.

    Ayka patlamıştı. “ Artık senin takımında oynamam ben. Şimdi gidiyorum ve bir daha dönmeyeceğim “ diye bağırırken sırtından çıkardığı formasını yere attı. Ayka daha sonra saha dışına çıktı ve elbiselerini aldı. Peşinden gelen teknik direktör ismet rezil olmuştu. “ Dur Ayka, bari maçı tamamla “ dedi, Ayka’nın yanına gelerek. Ayka: “ Sen de maçın da yerin dibine batsın. Oynamıyorum işte “ dedikten sonra yürüdü gitti. Yolda Ayka bu olanları bir gün dünyaya duyuracağına dair kendine söz verdi.

    Aradan birkaç ay geçtikten sonra Ayka ve ailesi Bursa’ya taşındı. Böylesi daha iyi olacaktı. Bursa, İnegöl’den büyüktü. Pek çok takım vardı burada. Bir takıma girerdi ve futbolunu oynardı. Bir takıma girmek kolay değildi. Ayka bu şehirde kimseyi tanımıyordu, ailesi yardımcı olamazdı. Zaman boşa geçmemeliydi. Antrenmansız geçen her gün Ayka’yı formdan düşürebilirdi. Ayka, Bursa Atatürk Stadyumu’na giderek koşu antrenmanlarına başladı. İki ay burada koşularını sürdüren Ayka, bir gün orada tanıştığı bir koşucuya “ Ben aslında futbol oynuyordum. Bursa’ya yeni taşındık. Formumu kaybetmeyeyim diye gelip burada koşuyorum “ deyince Cavit Önge adındaki koşucu “ Ben de Muradiyespor Kulübü’nün atletizm takımındayım. Bizim kulübün futbol şubesinde gel oyna istersen “ dedi. Ayka buna çok sevindi ve ertesi gün soluğu Muradiyespor Kulübü’nde aldı.
    Muradiyespor futbol takımıyla antrenmanlara başlayan Ayka diğer yandan koşu antrenmanlarını aksatmıyordu. 16 yaşında bir genç olmuştu ve iyi bir futbolcu olmanın iyi bir kondisyonla mümkün olacağını biliyordu. Bir gün Ayka stadyumda şortla koşmuş, dinleniyordu. Sporcuları seyre dalan Ayka havanın soğuduğunu fark edememişti. Hafif bir yağmur çiseliyordu. Oldukça fazla dinlendiğini neden sonra anladı. Üşümüştü. Oturduğu yerden kalktı. Bir süre koştuktan sonra elbiselerini giymek için içeri girdi. Ertesi gün dizlerinin sızladığını fark etti. Birkaç gün sonra zorlukla yürüyebildiğini. Ayakta dururken dizleri tutmuyordu. Sanki boşlukta dikiliyor gibi oluyordu ve bir adım atmaya kalksa yere düşecekti.

    Böyle anlarda tutunacak bir yer arıyordu. Bir ağaç, bir duvar oraya tutunarak ayaklarını ileri, geri oynatıyor ve biraz dinlendikten sonra yürümesi mümkün oluyordu. Ayka birkaç gün sonra hastaneye giderek muayene oldu ve verilen merhemi gece yatmadan önce dizlerine sürmeye başladı. Dizliklerini takan Ayka yatağına yatıp uyuyordu. Bir hafta süren bu zor günlerden sonra dizlerindeki sızının geçmeye başladığını gören Ayka Muradiyespor futbol takımıyla antrenmanlara çıkmaya başladı. Gece kroslarında takımın ön sırasında koşuyordu. Gündüz yapılan antrenmanlarda goller atıyordu fakat alt eşofmanının içinde dizlikleri vardı ve eğer dizlikleri olmasa ne ön sırada koşabilir ne de goller atabilirdi, bunun farkındaydı.
    Amatör küme maçları başlamıştı. Muradiyespor ilk maçına yeni bir teknik direktörle çıkacaktı. Takım hazırdı, kadro okunuyordu. Ayka sevindi. Santrfor oynayacaktı. O ara eski teknik direktör geldi, kulüp başkanı ve bir idareci yeni teknik direktörle bir şeyler konuştular. Ayka’nın kesik kesik de olsa duydukları şunlardı: Bak iki ayağında da dizlik var…”

    Ayka’nın oynatılmadığı o ilk maçta Muradiyespor 0 – 0 berabere kaldı. Kadrodan çıkarılmış ve maçı tribünlerden izlemek zorunda bırakılmıştı. Ayka birkaç ay bu duruma tahammül ettikten sonra takımdan ayrıldı. Asla tahmin edilemeyecek kadar çok üzülüyordu. Stadyumda koşuyor ve ağırlık çalışması yapıyordu. Bu durum bir yıl iki ay sürdü ve Bursaspor Genç Takımı’na girdi. Bir ay süren futbol derslerinden sonra sahaya inildi ve Ayka ne yazık ki seçilemedi. Tek maçta ne oynayabilirsen oynayacaktın. Hünerini gösterip takıma girecektin.
    O maçta Ayka biraz da tutuk oynamıştı, fakat seçilememesini şuna bağlıyordu: “ Kaleciler ayrıldı, diğer oyuncular defans, orta saha, forvet diye ayrıldı. Ben forvet oynayanlar tarafına geçtim. Teknik direktör necmi güzey, sen sol açık oyna, dedi. Ben santrforum, defansta oynadım, sol açıkta oynamamıştım. Sol açık oynayanın sol ayağı iyi olmalı. Maç boyunca soldan ataklar yaptım. Topu düşe kalka sürdüm götürdüm. Karşı takımın defansı tekme atmakta ustaydı. Sağ ayağım Türkiye haritasına dönmüştü. Kale önüne çok orta yaptım. Yanlış pas verdiğim durumlar oldu. Pas hatası yapan tek ben değildim. Ben maçta çok iyi oynayamadım. Eğer seçilebilseydim o takıma gerçekten çok iyi olacaktı. “
    Ayka daha sonra İvazpaşa adındaki amatör küme takımına girerek, bu takımla antrenmanlara başladı. Umut doluydu yüreği kar, yağmur, çamur demeden koşuyordu antrenmanlara. Onun bu iyi niyetli var olma savaşı görmezden gelinemezdi. Uludağ yolunda yapılan bir gece krosundan sonra idarecilerden biri: “ Ayka, amatör küme maçları yakında başlıyor. Evrakları getir, sana lisans çıkartalım “ deyince Ayka, “ Olur. Yarın evrakları kulübe getiririm “ dedi. Ertesi gün Ayka evrakları kulübe getirip idareciye teslim etti.

    İvazpaşa takımının antrenman maçlarında Ayka eskisi gibi birbiri ardı sıra goller atmıyordu. Defans-orta saha karışımı bir futbol oynuyordu. Burada biraz şaşırmamak elde değil. Hani Ayka gol demekti? Bu büyük değişimin sebebi neydi? Bu durumun açıklamasını, aradan uzun yıllar geçmesine karşın, o günleri unutmamış olan Ayka’dan alalım: “ Sebeplerden birincisi, takımdaki pek çok oyuncu yıllardır bu takımda oynuyor. Takımın golcüsü var. Antrenman maçlarında bir-iki gol attığı oluyordu ama attığından fazlasını kaçırıyordu. İkincisi, şimdiye kadar çok gol atmıştım da ne olmuştu? Neden attığım goller önemsenmiyordu? Golü ikinci plana atıp takımda tutunmak, kalıcı olmak istiyordum. Oyuncu defansta oynuyordu, gol atmıyordu, fakat amatör küme maçlarında sahaya çıkıp takımdaki yerini alacaktı. “

    Aradan günler, haftalar geçmiş ve amatör küme maçları başlamıştı. Maç olduğu günler Ayka takımda oynama umuduyla bir o sahaya, bir bu sahaya koştu. Maç öncesinde takım kadrosu okunduktan sonra ortadan kayboluyordu. Sanki takımın maçını seyretse daha mı iyi olacaktı? Yenilip duruyorlardı. Belki de Ayka’nın lisansı çıkmadığı için kadroya almıyorlardı. Başkasının lisansı iki ay içinde çıkıyordu da Ayka’nın lisansı dört aydır niye çıkmıyordu? İdareci başvuruyu yapmış mıydı? Bu öğrenilemedi. Lisans çıktıysa Ayka’ya haber vermek gerekmez miydi? Haber vermesen bile alın işte Ayka’yı kadroya, çıksın sahaya oynasın futbolunu, takıma güç katsın. Koy Ayka’yı defansa defansını sağlamlaştır. Maçta gol atamıyordu takım, bari gol yemezsin, berabere kalır, bir puanı kaparsın.

    Mudanya’ya maça gidilmişti. Saha çamur içindeydi. Saha kenarındaki karlar erimemişti. Maç iptal edildi. İşte o günden sonra Ayka bu takımın ne maçına, ne antrenmanına gitti. Maçlarda oynama ümidi kalmamıştı. Yeniden bir takımda futbol oynamaya teşebbüs etmek yeni sıkıntılara, üzüntülere kucak açmak demekti. Ayka yorulmuştu, bitmişti. Bir zamanlar futbolcu olmak onun en büyük idealiydi. Genç Ayka yine güçlüydü, ideal yine vardı, fakat ideale ulaşmak için önüne çıkarılan engeller tükenmek bilmiyordu. Her defasında bir sonraki engeli aşmak çok daha zor oluyordu. Çaresizlik sonsuz düş kırıklıklarına yol açıyordu. Zamanla düş yabancılaşıyordu. Sen hem kendi kendine yabancılaştın, hem de düşün sana yabancılaştı, bu tarafta, ideal istesen de istemesen de sana yabancılaşır.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım


Önerilen Başlıklar

  • TURK100

    Genel Sohbet
    2
    0 Oy
    2 İleti
    121 Bakış
    kadirK
    @hellforjustice zarifeden almıştım gayet iyiydi
  • ENG101 hakkında

    Genel Sohbet
    2
    0 Oy
    2 İleti
    235 Bakış
    K
    Müge Kesiktaş Gençoğlan 2 dönem aldım gayet tatlı ve güler yüzlü bir hoca tavsiye ederim 101 için
  • Açılan Seçmeli dersler Nereden Görebiliriz?

    Genel Sohbet
    3
    0 Oy
    3 İleti
    177 Bakış
    enes.logE
    @Kerem-Bozdağ Şu anda tüm açılan dersler belirttiğin linkteki gibi. Yeni açılanacak bir ders olursa oraya eklenir muhtemelen
  • Çap başvuruları hk.

    Genel Sohbet
    3
    0 Oy
    3 İleti
    265 Bakış
    frauturgutF
    @kadir merhabalar blackboarda giriş yaptım ama en son bildirimleri 6 ocak icin gösteriyor, nereye mesaj gelmiş olması gerekiyor öğrenebilmem için?
  • Genetik ve biyomühendislik okuyan kişiler ulaşabilir mi?

    Genel Sohbet
    3
    1 Oy
    3 İleti
    126 Bakış
    M
    kaçıncı tercihte girdin